Bir Dede Efendi Varmış
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Dede Efendi derler bir zat varmış. Babasının hamamı olduğu için, “hamamcının oğlu” anlamına “Hamamizade” diye de anılırmış. Kendisi ise imzasını “Derviş İsmail” diye atarmış (o zamanlar dervişler bolmuş). Rivayete göre 1777 yılı Kurban bayramında doğmuş. İsmail adını bu yüzden vermişler. Sesi pek güzel olduğu için ilkokulda “ilahicibaşı” olmuş. Ama herhalde o zaman da çalgıcı esnafı karnını biraz zor doyurduğu için, ailesi okuyup “adam” olmasını istermiş (mühendis, avukat, doktor, işletmeci, politikacı falan..) O da inadına kunduracı çıraklığından kaçıp Yenikapı Mevlevihanesinde Ali Nutki Dedeadında bir zatın çıraklığına girmiş. 18-20 yaşlarında henüz Mevlevi çilesi (yani eğitimi) devam ederken, Buselik makamında bestelediği bir şarkı bütün İstanbul’da yayılıp padişahın kulağına kadar gidince, saraya davet edilmiş (yine o zamanlar, müzisyen-hattat-şair, yani bizzat sanatkar devlet adamları varmış). Derviş İsmail‘i padişahın görmek istediğini söyleyen saray başçavuşuna Ali Nutki Dede demiş ki: “Gönderirim ama akşam ezanından önce tekkede olacak!”. Dervişler çiledeyken dışarıda geceleyemezlermiş. O zamanlar işte böyle şeyhler ve onlara abdest alırken suyunu dahi dökecek kadar saygı gösteren padişahlar varmış. Kendisi de bestekar olan padişah derviş İsmail’in şarkısını o kadar beğenmiş ki, koca bir kese altınla ödüllendirmiş. O da akşam ezanından önce tekkede olacak ya, “Hazır çıkmışken valideyi bir görmek isterdim; bir iki dakika eve uğrayabilir miyiz?” diye arabacıdan ricada bulunmuş, arabacı da kabul etmiş, Annesi kapıyı açıp da “Hoş geldin oğul” der demez, İsmail hırkasının içinde tuttuğu altın kesesini annesine doğru atıp “Ana ” demiş, “hani sen çalgıcı olursan açlıktan ölürsün demiştin ya, bunu sana onun için getirdim; hadi şimdi selametle kal“. Ve atlayıp arabaya tekkesine dönmüş.
Hem sesinin güzelliği, hem de bestekarlık kabiliyeti sayesinde padişahın gözüne giren İsmail, Mevlevi çilesi padişahın arzusuyla yarım bıraktırıldığı halde –101 günlük eğitimi tamamlanmış sayılarak– artık “dede” ünvanıyla anılır olmuş. Gerek ilk koruyucusu III.Selim’in, gerekse onun ölümünden sonra tahta geçen yeğeni II.Mahmud’un zamanında şöhreti arttıkça artmış, çağının en büyük bestecisi olmuş. Ama II.Mahmud’dan sonra padişah olan Abdülmecid zamanında, İmparatorlukla birlikte Dede’nin de şansı tersine dönmeye başlamış. Zira, İngilizlerin yazdırdığı Tanzimat Fermanını, 16 yaşında tahta çıkar çıkmaz sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın ısrarı ile imzalayan bu padişah, Batı müziğini kendi müziğinden daha çok severmiş. Dede, II.Mahmud’la Abdülmecid’in Batı taklitçiliği modasına uygun olarak -Kar-ı Nev ve Yine Bir Gülnihal- gibi -cazip “medyatik” parçalar da bestelemiş. Ama oyununu kendisi de beğenmediği için, “Artık bu oyunun tadı kalmadı” diyerek, kalkmış hacca gitmiş. 68 yaşında olduğunu ve çağının ulaşım şartlarını düşünmeden karar verdiği bu seyahat bahanesiyle, III.Selim’den itibaren bozulması şiddetlenmiş olan Osmanlı Sarayından kaçıp kurtulmakmış amacı. Ama saraydan kaçayım derken, Mekke’de koleraya yakalanıp orada ölmüş (1846). Tıpkı, yetiştiği Yenikapı Mevlevihanesinin 4.postnişi Cami Ahmed Dede’nin o tarihten 179 yıl önce, Kadızadeliler denen yobaz güruhunun Mevlevi semaını ve musikili ayinleri yasaklattırmaları üzerine yaptığı gibi… İşte Kazım Paşa’nın ölümüne tarih düşürdüğü, üstad Yahya Kemal’in adına şiirler yazdığı Dede Efendi merhumunun hayat hikayesi böyle. Bıraktıkları ise 300 civarında eser, pek çok ünlü talebe, Mina’da küçük bir mezar ve çok büyük bir şöhret…
Şimdi, ölmünün 150. yıldönümü diye konserler veriliyor, kitaplar, makaleler yazılıyor, yarışmalar düzenleniyor. Görünen o ki, 1996 yılı dolu olarak geçecek. Peki, ya 1997, 98, 99 ve sonrası?… Bakınız 300 eserden ve o ölümsüz şöhretten, okul kitaplarına gire gire bir “Gülnihal” girebilmiş. Yani çocuklarımız bu büyük Türk bestecisini sadece bu parçası ile tanıyorlar. Niye sadece bu parça? Çünkü “Yine Bir Gülnihal” Dede’nin; II.Selim’in yenilikçi devrimlerinin devamcısı olan II.Mahmud’un sarayında davet ettiği Mızıka-i Hümayun (Saray Bandosu) hocası İtalyan müzikçilerden duyup öğrendiği Batı müziği tarzında, rast makamından çok, Sol Majör-Mi minör zevkinde ve vals temposunda hafif bir parça da ondan. Kötü değil tabii, ama kişiliksiz; aynen bugünkü gibi, Batı özentisi bir çağdaşlık anlayışının müziği. Belki de Dede gibi, Mevlevi ayininden en küçük ilahilere, kar, beste ve semailerden şarkı, türkü ve köçekçelere kadar hemen her türden ölümsüz eserler bestelemiş ve 5 yeni makam terkib olan bir dev bestekarın, tadı kalmayan oyunla alay etmek için karalayıverdiği bir parça.
Oysa, büyük bir besteciye saygı böyle mi olur? Hani Dede Efendi Müzik Akademisi, Dede Efendi Konser Salonu ( bir Dede, bir Itri, bir Tanburi Cemil, Cemil Reşid Rey’in yanında çok mu önemsiz acaba)?… Hani Dede Efendi Müzik Kütüphanesi, Dede Efendi Parkı, bir küçük heykeli, hatta babasının ölümünden sonra satmak zorunda kaldığı sembolik hamamı? Atalarının şanlı tarihi ile övünen, onların camilerini, saraylarını turistlere gezdiren, Kanuni’sini Amerika’ya götüren bir devlet, sanatkarına-mimarına-ilim adamına böyle mi değer verir? Telgrafın tellerine kuşlar mı konar/ İnsan sevdiğine böyle mi yanar? diyor türkü.Büyük sanatkarların hatırasına yarışmalar açmak güzel şey, konserler vermek de. Ama bakalım sonrası nasıl gelecek? Bütün o konserlerle, yarışma birincisi eserler devlet eliyle kaset ve CD’ler halinde yayınlanacak mı) Bugün kü ve gelecek nesillerin Dede Efendi’yi biraz daha iyi tanımaları sağlanabilecek mi? Müzik dersinde öğretmen ” Dede Efendi’nin müziğimize getirdiği yenilik ve özellikleri anlat bakayım yavrum” diye sorabilecek mi öğrencisine? Yoksa 200. ölüm yıldönümünü yine yarışmalar ve konserlerle kutlayacağımız 2046 yılında hala “Yi-i-ne b-i-i-ir, gü-ül-ni-ha-a-al diye vals yapıyor mu olacağız?…(Aksiyon, Mart 1996, s.62,s.54)
Henüz yorum yapılmamış.