Rikkatin Ölümü
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Bu yazıyı görmemiş, sadece başlığının söylendiğini duymuş olan bazı kimselerin (özellikle gençlerin) “Ne, dikkatin ölümü mü?” diye sormaları normaldir. Bırakınız gençleri, ‘aydın’ sınıfına mensup yetişkinler arasında dahi, “rikkat”in anlamını bilen kaç kişi bulursunuz ki? Bin yıldır birlikte yaşadığı, hüznünü-sevincini paylaştığı insanların konuştuğu dilin; İsmail Dede merhumun bırakıp kaçmak zorunda kaldığı II.Mahmud sarayı gibi yabancılaştığını, soğuk ve duygusuz hale geldiğini gören Türkçe’nin , o dili kaderine terk edip uzlet köşesine çekilmiş olmasından daha tabii ne olabilir? Yüzüyle gücünün güzelliğini, dininin nuru, feyzi ve tertemiz ahlakı ile birleştirip zarafet, tevazu ve teslimiyetin zirvelerine çıkmış olan bir zamanki Türk ,çocuklarına Emine, Hatice, Ayşe, Fatıma, Zehra, Fahrünnisa, Mihri, Zeynep, Makbule, Lütfiye, Mümine, Atıyye, Leyla, Feride, Cemile, Şükran gibi isimler koyardı. Cumhuriyet bunlara Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi Fransız ihtilalinden aktarma isimleri ekledi. Sonra Melahat, Mübahat, Saffet, Hamiyet, Nedret, Rikkat gibi kavramlar isim olarak kondu. Ve nihayet, Aylin, Funda, Fidan, Filiz, Çiğdem, Çağla, Lale, Banu, Şebnem, Emel, Müge, Arzu, Ahu ve Figen’lerle, Yunancadan alınma Sibel’ler, Melisa’lar ve çağdaş Amerikan kültürümüzün meyvesi Melodi’ler çağı geldi. Kızların Elif, Elifgül, Gülşah, Meleknur vb. en güzel Müslüman-Türk isimlerini veren müzisyen aileleri azınlıkta. 21.yüzyılın müzisyenleri çocuklarına belki de Tamtam, Gümgüm, Cıstak gibi gayet müzikal isimler de verebilirler!…
Bizim bu yazının başlığına aldığımız rikkatse, artık kullanılmayan bir kız veya erkek ismi değil. Bütün sanatlarımıza hakim olan zarafet, incelik, hassasiyet; hayret ve mutluluk içinde gönlü yumuşatıp gözleri yaşartan, insanı bir tüy gibi sonsuza kanatlandıran heyecan halesi.. Neyin sesinde, tanburun mızrabında, bağırmadan okuyan bir sesin nefesinde bulduğunuz… Kalabalığı, gürültüyü, hele mikrofonu görür görmez kaçıp giden, sanatın haddeden geçmiş özü…
Türk kültürünün beşiği Balasagun, bugün harabe görünümünde bir köy. En büyük değerlerimizin doğduğu kültür ocakları, Yesi, Farab, Belh, Kaşgar, Meraga, Herat, 15. Yüzyılda doğunun en büyük metropolü Semerkand, bugün sadece birer kasaba. İslam kültürünün en büyük merkezleri Bağdad, Tahran, Kahire, bakınız bugün ne haldeler!… Ya İstanbul? 700 yıllık muhteşem bir medeniyetin her yönden şahikası, bugün çamur, beton, düşünülebilecek en çirkin yapılaşma, delik-deşik yollar, 12 milyonluk düzensiz bir kalabalık ve bunun beyni oyan gürültüsünden ibaret. Boğaz’ı olmasa kimsenin tanıyamıyacağı, minareleri olmasa kimsenin Müslüman şehri diyemeyeceği bir garabet.
Müzik bilindiği gibi, ritm ve melodi (vezin/ika ve lahin) adı verilen iki temel unsurdan meydana gelir. Yazdığımız sıradan da anlaşılabileceği gibi, ritmin melodiye önceliği ve üstünlüğü vardır. Her vesileyle söylediğimiz gibi, melodisiz ritm olur (zira ritm zaten biraz da melodidir), ama ritmsiz melodi olmaz, çünkü zeminsiz bir mekan gibi olur, ayakta duramaz, göçer. Alemin temelinde de, insanın nabzına konmuş olan nişane gibi, değişmez bir ritm-i ilahi vardır. İşte bu sebeple tarihimiz boyunca ritm aleti, her türlü musiki faaliyetlerimizin baş sazı, yöneticisi olmuştur; mehterde kös, düğünde davul, ayinde kudüm, tekkede bendir, fasılda daire, oyun havasında darbuka. Ancak bu gerçek, müziği tümüyle ritme dönüştürülmesi, sağırlaştırıcı bir ritm gürültüsüyle insanların bir tür sarhoş veya sersem edilmesi anlamına gelmez. 20. Yüzyıl müziğinde ritmin (daha doğrusu ritim gürültüsünün) üstünlüğü, Batı müziğinde melodinin tükenmiş olması kadar, daha çok ritme dayalı Afrika müziğinin zaferine bağlanarak da izah edilebilir. Bu, durmadan gelişen teknolojinin, insanların müzik ihtiyacını tamtam gürültüsünde tepindirmekle karşılamayı başardığının bir göstergesidir. Tanburi Murat Tokaç’ın konserinden çıkarken Emin Işık hocamın söylediği, “Batı bizim seslerimizdeki hassasiyet ve derinliği 500 sene sonra belki anlayabilir” sözü, anlayamadığımız için görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz bir gerçeğin ifadesidir. Herhalde, sanayi çağının kulak hassasiyetini azaltan fabrika gürültüsü müziğe de geçmiş, insanlar, melodinin zarif kıvrım ve renklerinden çok, ritmin kaba ve yeknesak gürültüsünden zevk alır hale gelmişlerdir. Özetle, sanatta bizi biz yapan rikkat ölmüş, bizim olmayan kaba ve ruhsuz bir gürültü onun yerini almıştır. (20 Nisan 1996)
Henüz yorum yapılmamış.