Hacı Arif Bey Eserleri
İstanbul Eyüp’te 1831 yılında doğan Hacı Arif Bey, zamanın adetince 5 yaşında ilkokula başladı. Her mahalle mektebinde ilahi okuyan bir grup oluştururdu. Arif Bey, okulun bu gurubuna girdi. Sesinin güzeliği ve bir defa dinlediği ilahi’yi hemen ezberlemesiyle dikkati çekti. Zekai Efendi denen, kendisinden sadece 6 yaş büyük delikanlının eğitimine verildi. Bu geleceğin büyük bestekarı Zekai Dede’dir. Zekai, hocası ve kendileri gibi Eyüp’lü olduğu için “Eyyübi” denen Mehmet Bey’e, talebesi Arif’ten bahsetti. Arif Bey, devrinin bu tanınmış bestekârı Mehmet Bey’den meşke başladı.
Eyyubi Mehmed Bey, Arif’i dinler dinlemez büyük bir istidat karşısında olduğunu anladı. En girift besteleri bir dinleyişte ezberleyip tekrar ediyordu. Makamları derhal kavrayıp ayırıyor, geçkileri anlıyor, eserin usulüne hemen giriyordu. Sesi tamamen falsosuz, inanılmaz derecede güzel ve tesirli idi. Birgün Mehmet Bey, Arif’i elinden tutup hocası Büyük Dede Efendi’ye götürüp tanıttı. Dede, Arif Bey’i çok beğendi, çok övücü sözler söyledi. Bir müddet Arif’i evine kabul edip ders de verdi.
Mehmed Bey, talebesi Arif’i, Muzıkay-ı Hümayûn’un Türk Musikisi kısmına da yazdırdı. Bu suretle saraya adım attı. Burada da Haşim Bey’in talebesi oldu. Bu arada Mehmet Bey, Arif Efendi’yi seraskerlik kalemlerinden birine stajyer kâtip olarak da yazdırdı. Arif Efendi 1844’de 13 yaşından başlayarak buraya da devam ediyordu. Birkaç yıl sonra da küçük bir maaşla asli kadroya girdi. Hem katiplikten maaş alıyor hem de Muzikay-ı Humayun’a devam ediyordu. Ancak sesinin güzelliğinin şöhreti İstanbul’u tutmuştu. Bunu Padişah da işitti.
Sarayda hocası kendisinden 16 yaş büyük olan Haşim bey’di, ama istidadı hocasından büyüktü. Hocasının bir defa okuduğunu hemen aynen tekrar ediyor, eseri cümle cümle pek çok tekrarla geçen diğer öğrencileri huzursuz ediyordu. Sonunda Padişah huzuruna çıkarılıp birkaç parça okudu. Müzisyen olan Sultan Abdülmecid, hayatında dinlediği en güzel ses karşısında olduğunu hemen anladı. Arif Efendi’yi yüksek maaşla saray hanendeleri arasına aldı. Fakat genç hanendenin yüzünün olağan dışı güzelliği, hareketlerinin kibarlığı ve inceliği, padişahı bir kat daha etkiledi. Bu nezakete ve protokol bilgisine hayran kalan padişah, Arif’i mabeyncileri arasına aldı.
Bu sırada Arif, 19 yaşında idi ve 1000’in üzerinde Türk Musikisi parçasının ezbere biliyordu, üstün bir teknik ve müzikalite ile okuyabiliyordu. Mabeyncilerin “Bey” diye anılması adet olduğundan artık “Arif Bey” diye anılıyordu. Sakal da salıverdi. Sarıya yakın açık kumral sakalı ile yakışıklılığı daha tesirli oldu ve daha olgun gösterdi. Esasen bütün hareketleri yaşından olgundu.
Arif Bey, mabeynciliğe, saray hanendeliğine ek olarak, Harem-i Hümâyûn’daki istidadlı cariyelere musiki hocası da tayin edildi. 20 yaşlarında, sesi derecesinde yakışıklılığı ile de ün salmış bir müzisyenin hoca olarak hareme girmesi, cariyeler arasında heyecan yarattı.
Bir düzineden fazla cariyeye Arif Bey, meşke başladı. Cariyeler çocukluktan henüz çıkmış genç kızlardı. İçlerinde 15 yaşında Çerkes asıllı “Çeşm-i Dilber” adındaki kız da vardı. Fevkalâde güzelliği dolayısıyla padişaha eş olarak hazırlanacağı söyleniyordu. Ancak henüz eğitimde, saray tabiriyle “acemi cariye” idi.
Kısa zamanda Çeşm-i Dilber’le Arif Bey arasında ilgi başladı. Bu ilgiyi de saray muhitinde duymayan kalmadı. Duyulmaması da mümkün değildi. Zira Arif Bey, ertesi gün bütün İstanbul’a yayılan birbirinden güzel, birbirinden cazip şarkılar bestelemeye başlamıştı. Ve kim olsa bu şarkıların büyük bir aşkın eseri olduğunu anlardı. Bu sıralarda Arif Bey, Kürdilihicazkar Makamını bulmuş, bestekar olarak da ün yapmaya başlamış, muhtemelen yeni makamdan ilk eser olarak “Geçti zahm-i tir-i hicrin ta dil-i nâ-şâdımı” şaheserini bestelemişti. Büyük skandaldı. Bir bakıma sarayın sahibine hakaretti. Ama aşkın üstün olduğu duygusu da çok gönlü yumuşatıyordu. Çeşmi-i Dilber cariyelik eğitiminin son safhasında, 15 yaşlarında idi, 7 yıllık mecburi hizmeti vardı. Bu müddet içinde padişah eşi olarak ayrılmadığı takdirde, ancak müddetin sonunda evlenebilirdi. Ancak haremin akıllı kadınları, padişaha, cariyeyi evlendirmek suretiyle skandala son verilmesini tavsiye ettiler. Padişah zengin çeyiz vererek Çeşm-i Dilber’i Arif Bey’le evlendirdi. Arif Bey’i ayda 60 altın maaşla saray hizmetinden çıkardı. Artık mabeynci değildi ve devlet kademelerinde ilerlemek imkanı kalmamış, memur kariyerini mahvetmişti. Harem musikisi hocası da değildi, buradan aldığı ek maaştan da mahrumdu. Ancak arada Muzukay-ı Hümâyûn’a gelip ders vermesine izin çıktı.
Akıl izdivacı değil, tamamen duyguya, karşılıklı güzelliğe ve cinsi cazibeye dayanan bir evlenme idi. Saray ve padişaha çok alışan Arif Bey üzgündü. Seçme eserlerini artık padişaha, sarayın seçkinlerine okuyamıyordu.
Çeşm-i Dilber ise, Arif Bey’e kapılmaktan çok, cariye arkadaşlarına isterse musiki hocalarının elde edebileceğini göstermek için evlenmişti. Aylar geçtikçe hırçınlığa başladı. Arif Bey’i hiçbir zaman gerçek bir aşkla sevemedi. Padişah zevceliğinden mahrum kaldığını, çılgınlık yaptığını, gittikçe daha fazla düşünmeye başladı. Arif Bey’in mütevazi konağı, sarayın ihtişamının yanında gittikçe sönük geliyordu. Taşlık’taki konak, padişahın Arif Bey’e ihsanı idi. Çeşm-i Dilber 9 ay sonra Cemil’i ve ardından hemen ertesi yıl Nebeye’yi doğurdu. İkinci loğusalığından kalkar kalkmaz da evini terk etti. Evlilik sadece 2 yıl sürmüştü. Arif Bey hemen karısını boşadı. O da derhal yeniden evlendi. Çeşm-i Dilber-i 17 yaşında kaybeden Arif Bey, çok üzüldü. Saraya karşı mahçupdu. Karısı birkaç defa kendisini boşamasını istemiş, hem padişaha yeni bir saygısızlık olur diye, hem karısını hala sevdiği için boşamamıştı. Şimdi iki bebekle beraber Taşlık’taki konakta yalnızdı. Kürdi’li Hicazkâr’dan “Niçin terk-eyleyip gitdin, a zâlim” şarkısı ile, ince ve asil hüznünü terennüm etti. Bu ayrılık dolayısıyla besteledikleri, en güzel şarkıları arasındadır. Ticaretle uğraşan bir adamla evlenen eski karısının döneceğini bile ümid etti, bu terk etmeyi , bu ayrılığı, uzun zaman sindiremedi. Bu ümidle Kürdi’li Hicazkâr’dan “Düşer mi şânına ey şâh-ı hûbân” ı besteledi.
Birkaç yıl geçti, Arif Bey 30 yaşına yaklaştı. Sultan Abdülmecid kendisini çağırtarak affettiğini göstermiş oldu. Tekrar mabeynci yaptı. Çok tuhaftır ve tarih tekerrürden ibarettir,eski hatasını tekrarladı. Arif Bey’i Muzıka-i Hümâyûn’daki hocalığına ilaveten, gene Harem-i Hümâyûn’daki kızlara musiki meşkine memur etti. Bestekâr , sultanın afvına karşılık Sultani Irak’dan “Bana lutf-eyler-iken sen, Neden menfûrum oldum ben?” bestesini hazırladı.
Arif Bey, yıllar sonra Haremi Hümâyûn’da, eskisinden büyük ilgiyle karşılandı. Zira kızlar hocalarının, nasıl bir skandalın ve ne büyük, sonu ne kötü biten bir büyük aşkın kahramanı olduğunu biliyorlardı. Arif Bey ise daha ilk dersinde, o kadar kız arasında, bir tanesinin çehresinin görür görmez can evinden vuruldu. Kızın adı Zülf-i Nİgâr idi, bu da Çerkes asıllı idi. Kız, büyük bestekarın bakışlarına cevap verdi. Çok hassas olan kızlar, dedikoduya başladılar.Haremdeki her şeyden haberdar edilen başkadıefendi, padişaha durumu bildirdi. Sultan Abdülmecid’in yeni bir skandaldan ödü koptu. Mesele alevlenmeden, Arif Bey’in Zülf-i Nİgâr ile evlendirilmesini emretti. Zülf-i Nigâr, belki Çeşm-i Dilber kadar güzel değildi. Fakat kocasının sevdi. Arif Bey yine saraydan ayrılıp, Taşlık’taki konağına çekildi. Rabia adlı kızı doğdu. Fakat karısının verem olduğu anlaşıldı. Kısa bir evlilikten sonra Zülf-i Nİgâr da bir bebek bırakarak öldü. Sonsuz acılar içinde kıvranan bestekâr, Segâh’dan “Olmaz ilaç sine-i sad pareme” şarkısını besteledi. Hemen arkasından 1861 haziranında Sultan Abdülmecid de genç yaşında, 38’inde veremden öldü. Tam 30 yaşında bulunan Arif Bey, bu felaketlerle fevkalâde sarsıldı.
Yeni hâkan-halife, 31 yaşında ve Arif Bey’den 1 yaş büyüktü. Sultan Abdülaziz, Sultan Abdülmecid’in 7 yaş küçük kardeş ve İkinci Mahmud’un küçük oğlu idi. Veliahtlığından beri Arif Bey’le tanışıyordu. Ağabeyinin aksine, Batı musikisi ile ilişkili değildi, sadece dinlerdi. Ama Türk musikisini çok iyi biliyor, ney üflüyor, bestekârlık yapıyordu. Arif Bey ümide düştü. Böyle bir padişah kendisine her istediğini verebilirdi. Ama gene Sultan Aziz, ağabeyi Sultan Mecid’in aksine, duygulu, fakat sert disiplinli ve protokol hatalarını hoş görmez tabiattaydı. Sultan Aziz, Arif Bey’e mabeyncilik vermeyerek titizliğini gösterdi. Ancak ağabeyinin üst üste iki hatasını tekrarlayarak, Arif Bey’i gene Harem-i Hümâyûn musiki hocalığına ve saray fasıl heyetinin serhanendeliğine yani birinci ses sanatkarlığına getirdi. Fakat, fasıl heyetinin şefi, Dede Efendi’nin kızından torunu olan ve şarkı bestekârlığında Arif Bey’i takip etmekle beraber onun disipline aykırı bulduğu hareketlerini benimsemeyen Rif’at Bey idi.
Arif Bey’in bu defa Harem-i Hümâyûn’da çengel attığı kız, ikisi gibi talebe ve acemi cariye değildi. Son hizmet yıllarını padişahın annesi Pertev-niyâl Vâlide-Sultan’ın nedimesi olarak tamamlayan NigârnikKalfa idi. Ancak bu genç kız da Arif Bey’in tesirinde idi ve eskiden beri Arif Bey’i tanıyordu. Vâlide-Sultan’dan kendisini evlendirmesini isteyecek kıdeme gelmek üzere idi. Ama saray adetince ille Arif Bey’le evlenmek isteyemezdi. Arif Bey’in ilgisi ile ümide düştü. Vâlide-Sultan, yanı başındaki nedimesinin temayülünü anladı. Arif Bey’le evlendirdi. Gene çerkes asıllı olan Nigârnik, kocasını pek çok sevdi.
1861’i takip eden yıllarda –Sultan Aziz’in saltanat yıllarıdır- Arif Bey’in şöhreti, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan muazzam imparatorluğun bütün ülkelerine yayılmıştı. Şarkıları, her ülkede zevkle okunuyordu.Devrin en büyük bestekârı olduğu münakaşa edilmiyordu. Arif Bey, Taşlık’taki konağını sattı. Zencilikuyu’da bir çiftlik aldı. Çiftlik içindeki köşkünde yaşamaya başladı. Karakteri zamanla değişmişti. Artık musikideki yerinden emindi. Pek çok bestekâr onun ekolünü takip ediyorlardı ki içlerinde kendinden yaşlı olanlar vardı. Bu da her sanatkâra nasip olmamıştı. Aşırı iltifatlar, her istediğinin yerine getirilmesi, hatta üst üste üç defa Saray-ı Hümâyûn gibi bir yerden istediği kızlarla evlendirilmesi, büyük bir şöhret, kendisinden birkaç şarkı geçmek veya bir şarkı dinlemek için rica ve minnet edenler, büyük sanatkârı bezginliğe ve gurura sürükledi. Müzisyen olan padişaha bile istediğini okuyor, onun isteği bazen okunmuyordu. Sultan Aziz, 40 altın aylıkla büyük bestekârı saraydan çıkarttı.(1871). 1876’ya kadar 5 yıl güyâ memurluk yaptı. Önce Şurây-ı Devlet’e katip oldu. Sonra Beykoz maliye müdürlüğünde bulundu. Görevlerine arada uğruyor, kimse sesini çıkarmıyordu. 1876’da 45 yaşına gelmişti. Sultan Aziz’den sonra 3 ay için yeğeni Beşinci Murad, 3 ay sonra da onun kardeşi İkinci Abdülhamid tahta çıktılar. Sultan Aziz , son 5 yılında çok takdir ettiği bestekârı uzaktan himaye etti. Musikay-ı Hümâyûn’a devam edip arada ders vermesine göz yumdu. Ağabeyi gibi o da Arif Bey’in birçok yeni şarkısı için ağır ihsanlarda bulundu. Zira Arif Bey cömert ve hesapsız ve daima parasızdı. Ayda 40-60 altın resmi maaşla geçinecek adam değildi. Bir ara Hacca gitti ve artık “Hacı Arif Bey” olarak anılıyordu.
Ama Sultan Abdülhamid ile beraber atmosfer değişti. Sarayın israfı ilk defa olarak son buldu. Amcası ve babası derecesinde Arif Bey’e cömert davranması bahis konusu değildi. Üstelik Türk musikisini hiç bilmeyen ilk padişahtı ve gene üstelik Batı musikisi öğrenmişti ve bu sanata düşkündü.
Ahlak bakımından çok titizdi. Çocukluğundan beri sarayda tanıdığı Arif Bey onun için, kutsal haremde üç defa skandal çıkartmış, babasının ve amcasının güvenini kötüye kullanmış, ahlâksız değilse bile kayıtsız ve sorumsuz bir adamdı. Şimdi üstelik vaktinden önce yaşlanmış, titizlenmiş, mağrurlanmış, eski ince nezaketini kaybetmişti. Böyle bir Arif Bey’e kolağası gibi çok düşük bir rütbenin maaşını vererek Muzıka-ı Hümâyûn’a aldı. Zira bu kadar meşhur bir adamı saray dışında başıboş bırakmak da Sultan Abdülhamid politikasına aykırı idi. Harem-i Hümâyûn’u bile yakından tanıyan çok nadir erkeklerden olan Arif Bey, bütün hanedanın erkek ve kadınları ile tanışıyordu. Hepsine okumuş, atıyye’ler, ihsan’lar almış, samimileşmişti.
İkinci Abdülhamid karakterinde ve ciddiyetinde bir hükümdarın böyle bir Arif Bey’i tekrar saraya alması zaten bir mecburiyetten doğmuştu. Büyük bestekâr, o zaman şehrin dışında kalan bu mahallede münzevi yaşıyordu. İran’ın İstanbul büyükelçisi Muhsin Hân, büyük bestekâra bir vesileyle murassâ (elmaslı) bir altın tütün tabakası hediye gönderdi.Her şeyi günü gününe öğrenen, hele yabancı elçilerle münasebet kurulmasını hoş görmeyen İkinci Abdülhamid bunu duydu. Hattâ bir gün Muhsin Hân, padişaha, hükümdarı Nasıreddin Şah Kaçar’ın Arif Bey’in şöhretini bildiğini, şarkılarını zevkle dinlediğini, Sultan Aziz zamanında İstanbul’u ziyaretinde Arif Bey’in huzurunda okumasını unutmadığını, Osmanlı sarayı hizmetinde bulunsa böyle bir ricaya cesaret edemeyeceğini, fakat çiftliğinde münzevi yaşadığını öğrendiğini padişahın izniyle Tahran Sarayı’na davet edeceğini söyldedi. Sultan Abdülhamid, Arif Bey şöhret ve değerindeki bir adamın bir yabancı devletin hizmetine girmesindeki vehâmeti derhal kavradı. Büyükelçiye, onun Muzika-i Hümâyûn’da görevli olduğunu, maaş aldığını, ancak Muzıka’ya devam edip etmediğini bilemeyeceğini, kendisinin yerinin doldurulamayacağını söyleyerek özür diledi. Arif Bey’e de kolağası maaş ve rütbesiyle Muzıka’ya devamını bildirerek nefretini belli etti ve açıkça hakaret etti. Zira amcası Sultan Aziz, Yusuf Paşa, Necip Paşa gibi Arif Bey’le mukayese bile edilemeyecek müzisyenlere Muzıka’da ferik (korgeneral) rütbesi vermişti.
Tahran’a gitmek isteyen Arif Bey , mecburen dişlerin gıcırdatarak saraya döndü ve ilk fırsatta padişaha karşılık vermek gibi o devirde akıl almaz bir şeyi aklına koydu. Zira, Nâsıreddin Şah hem 1871, hem 1873’te İstanbul’a geldiği zaman, Beylerbeyi sarayında Arif Bey’i dinlemiş, Hafız’ın Farsça gazelinin bestesini çok beğenmiş, bestekâra büyük iltifatlarda bulunmuş, Sultan Aziz’in göğsü kabarmış, Tahran’a dönünce de Arif Bey’e nişan ve çok değerli hediyeler yollamıştı.
Arif Bey, Sultan Aziz gibi heybetinden korkulan bir padişaha bile kaprisler yapmıştı. Yeğeni Sultan Hamid’e bunları tekrarladı. Bir defasında padişah, yeni şarkılarını dinlemek üzere bestekârı huzuruna çağırdı. Arif Bey’in pek de seyrek olmayan keyifsiz anlarından biri idi. Hasta olduğunu bildirdi. Kaprislerinden yaka silken, biraz da Arif Bey’i kıskanan Rif’at Bey, padişaha “Arif Bey temarüz ediyor efendimiz” deyince padişah kızdı. Hasta ise Muzıka’da ne işi olduğunu, evinde yatması gerektiğini söyledi, derhal gelmesi için iradesini tekrarladı. Gelen mabeynciye Arif Bey “sanatta irade-i hümâyûn olmaz” dediği gibi, şimdiki padişahın babasından ve amcasından daha fazla riayet gördüğünü ekledi. Dilini tutmak adetinde değildi. Padişahın küçük çocukken, kendisinin kucağında gezdiren Arif Bey’in üstünü ıslattığını söyledi. İkinci Abdülhamid, Arif Bey’den ancak 11 yaş küçük olduğu için bu olay, onun belki mabeynciliğinin ilk günlerinden de evvel, Muzıka’ya devam ederken geçmiş olabilir. Fakat böyle bir olayın değil söyenmesi, hatırlanması bile, saray protokolünde ağır nezaketsizlik, mühim bir suç sayılıyordu. Sultan Hamid kızdı. Bestekârın Muzıkay-ı Hümâyûn’daki odasında süresi olarak hapsedilmesini buyurdu. 50 gün odasından çıkamayan Arif Bey, daha fazla tahammül edemedi. Nihavend’den “ Ahteri düşkün garib-ü aşık-ı âvâreyim” şarkısını besteleyerek hükümdara okunması için arkadaşı Rif’at Bey’e rica etti. Rif’at Bey, kadir bilirlik gösterdi, şarkıyı padişah huzurunda okudu. İkinci Abdülhamid, Arif Bey’in cezasına son verdi ve miralay (albay) rütbesine yükseltti.
Bundan sonra Arif Bey, Muzıka’da derslerine seyrek olarak gelmeye başladı Eskisi gibi ihsanlar alamıyor, elindekini cömertçe savuruyor, eski padişah hediyelerini değerlerine bakmaksızın satıyordu. Üçüncü hanımından Hayriye adlı kızı doğmuştu. Gene saraya gidiyor, eski valide-sultan Pertev-niyâl’i, yen, valide-sultan Perestû’yu Beşiktaş ve Maçka’daki saraylarında da ziyaret ediyordu. Hanedanın, eski padişahların yakını olarak kabul ediliyordu. İltifat görüyor, eski ve yeni şarkılarını onlara okuyordu. Ölümünden bir yıl önce kalbinden rahatsızlandı. Hayattan büsbütün bıktı. Son karısını aşkla değil, şefkatle, bir arkadaşı gibi seviyordu. Bir gün Muzıkay-ı Hümâyûn’daki odasında idi. “Gurub etdi güneş, dünya karardı” Kürdi’li Hicazkâr şarkısını henüz bestelemiş, okuyordu. Bitirdikten sonra fenalaştı. Muzıkay-ı Hümâyûn’daki oğlu Cemil Bey’le diğer öğrencileri odasına girdiler. Büyük sanatkâr, oğlunun göğsüne yaslandı, kendisini kıbleye çevirmesini istedi ve 28 Haziran 1885 günü son nefesini verdi. Henüz 54 yaşında idi. Birçok dâhi gibi hayata çok erken başlamış, çabuk ihtiyarlamıştı. Ertesi gün padişahın emriyle, hanedan mensuplarının gömüldüğü Beşiktaş’da Yahya Efendi dergâhının bahçesindeki mezarlıkta toprağa verildi. İstanbul’da musiki çevreleri, Arif Bey’in hayattaki arkadaşları, talebeleri, Zekai Dede’ler, Şevki Bey’ler, Rif’at Bey’ler, yakın arkadaşı Hacı Fâik Bey teessürle sarsıldılar. Türk musikisinde bir güneşin battığı kesindi.
KAYNAK: Yılmaz ÖZTUNA- Hacı Arif Bey
Henüz yorum yapılmamış.