Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Selâhaddin Pınar Eserleri

16.09.2017
4.661
Selâhaddin Pınar Eserleri

1902 doğumlu Selahattin PINAR,Ticaret Mektebi’ni bırakıp müziğe başladı. Oysa babası eski Denizli Milletvekili Sadık Bey, onun hukukçu olmasını istiyordu.

Bir gün Denizli’den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey’e oğlunu sordular; Selahattin de sofradaydı.Sadık Bey, o yokmuş gibi “Selahattin çalgıcı oldu” dedi. Selahattin ayağa fırladı ve
“Babacığım, rica ederim! Ben çalgıcı değil, sanatkârım” diye itiraz etti.

Sadık Bey, pek sevimsiz bir küfürle yanıtladı bu çıkışı.Bunun üzerine Selahattin Pınar , ceketini alıp sofrayı terk etti.

Kapıdan çıkarken döndü ve babasına şöyle dedi;

“Bir gün gelecek, benim adımla anılacaksınız.”

Sadık Bey, yanı başında duran gaz lambasını oğluna doğru fırlattı.Çıkan yangını güç bela söndürdüler. Selahattin kapıyı çarpıp çıkmıştı bile.Asla baba evine geri dönmeyecekti…

1902 doğumlu Afife JALE, İstanbul Kız Sanayi Mektebi’nde okuyordu. Ama onun aklı tiyatrodaydı. Oysa o yıllarda, Müslüman kadınların sahneye çıkmaları yasaktı. Buna rağmen 16 yaşında talebe olarak Darulbedai’ye başvurdu ve kabul edildi.

Babası Hidayet bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok uğraştı. Başaramayınca sertleşti. Ona ‘Fahişe’ dediği bir gün
“Benim Afife diye bir kızım yok” diye gürledi.Zaten Afife artık sahnede, ‘Jale’ adını kullanıyordu.
Sanatı için baba evini terk etti…

Hicaz makamındaki O Selahattin Pınar bestesindeki gibi
‘Bir Bahar Akşamı’ rastlaştılar Kuşdili Çayırında… Hafız Burhan konserinde.. . Selahattin Pınar , üstadın arkasında tanbur çalıyordu. Nicedir saz salonlarının en sevilen besteci ve icracılarındandı .

Afife Jale ise Darulbedai’de sahneye çıkıp, “Tiyatrodaki ilk Müslüman kadın oyuncu” olarak tarihe geçmiş, ancak tiyatro zaptiye tarafından basılınca kapı önüne konulmuştu. İşsiz, sahnesiz ve kimsesizdi. Acısını yatıştırıcı haplarla dindirmeye çalışıyordu.

İkisi de 25 yaşındaydı. Belki de güftedeki gibi

“İçimde uyanan eski bir arzu, dedi ki yıllardır aradığın bu. Şimdi soruyorum büküp boynumu, daha önceleri neredeydiniz?”

dediler ve evlenmeye karar verdiler.

Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları her şeyi birlikte yapmaya çalıştılar. Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar yetiştirip yarıştılar.
“Bir çocuk resmi” kıvamında şiirler yazdılar. Pınar çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi. Afife, tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla dolduruyordu. Suriye’li bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar, bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odanın anahtar deliğinden içeri baktığında, damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için eczacıyla ilişkiye girmişti Afife .

Ama Pınar , eşine öfkeden çok, merhamet duyuyordu. Onu hayata döndürebilmek için çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler yapar olmuştu.

Nereden Sevdim O Zalim Kadını”,

“Yalnız Benim Ol, El Yüzüne Bakma Sakın Sen”,

“Ne Demiştin Niçin Caydın Sözünden” bunlardan yalnızca bir kaçıydı.

Çırpındılar, bu gidişi geri çevirebilmek için… Olmadı!

Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına düşer gibi oldu.

Bunun üzerine Afife, ‘Terk et beni’ diye yalvardı ona. “Yoksa sen de mahvolacaksın, bırak beni gideyim” dedi.

Pınar, 6 ay sonra Afife Jale’yi terk etti. Şimdi ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu. Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken, ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı şarkıları taş plaktan dinleyip ağlardı.

Ayrılık acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen Selahattin Pınar ise, hiç birlikte yatmadığı bu ikinci eşinden kısa sürede ayrıldı.

Afife Jale , kimsesizliğin, terk edilmişliğin, yoksulluğun son durağı olan Balıklı Rum Hastanesi’nde bir deri bir kemik veda etti hayata… Ölümü gazetelere haber bile olmadı. Cenazesine 4 kişi katıldı.

Mezar yeri de mektupları ve fotoğraflarıyla birlikte kaybolup gitti. Unutuldu.

Selahattin Pınar, Afife’nin ölümünün ardından paraladı kendini…

“Ayrılık Yarı Ölmekmiş”,

“Kalbim Yine Üzgün, Seni Andım da Derinden”,

“Bakışı Çağırır Beni Uzaktan”

gibi nice, hicran dolu besteye imza attı. Son katıldığı radyo programında “Hatıralar” şarkısını seslendirdi; “Beni de alın koynunuza hatıralar. Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar…”

Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori meyhanesine gitti, doktorların yasak ettiği ne varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı donattı. Rakısını yudumlarken, son nefesini verdi.
‘Her yıl ölüm yıldönümümde mezarıma bir büyük rakı dökün’ diye vasiyet etti. 58 yıllık ömrünün son yolculuğuna mezarlıkta kendi bestesi çalınarak uğurlandı;

“Söndü yâdımda akisler gibi aşkın seheri…”

KAYNAK:Can Dündar’ın yazılarından
*****************

Rahmetli Atatürk, Pınar’ı takdir eder, İstanbul’da bulunduğu zamanlar huzuruna çağırırdı. Bunlardan birini kendisi şöyle anlatıyor: “…Yıl 1930… Arkadaşlardan Nubar, Dolmabahçe’de Büyük Gazi’nin huzurunda çalıyor, Gazi de zevkle dinliyor ve bir ara Nubar’a soruyor:

Kendi eserleriniz de var mı?

Nubar da okumuş. Gazi bunu da çok beğenmiş, bir şarkısını daha istemiş. Bunun üzerine Nubar:

-Efendim benim başka şarkım yok bir arkadaşımın yeni güzel bir şarkısı var. Müsaade buyurursanız onu okuyayım diye benim,

“Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek /Hasta kalbim yine hicranını yalnız çekecek /Belki ruhum seni çılgınca severken ölecek /Yine sensin beni bir lahza şifayab edecek “

şarkımı okumuş. Nubar hakikaten güzel okurdu. Gazi’nin de pek hoşuna gitmiş.

-Kimin bu? Bu eserin sahibini öğrenmek isterim, demiş. O da:

-Arkadaşlardan tanburi Selahaddin… deyince Gazi:

-Bu kabiliyetli çocuğu tanısam demiş

Ertesi akşam zaten tanıştığımız Kılıç Ali Bey telefonla davet etti. Otomobil gönderdiler, kalktım gittim.Büyük Gazi’nin huzuruna ilk çıkışım; heyecan içindeyim. Dolmabahçe Sarayı’nın muazzam salonunda nasıl adım atacağımı bilmiyorum. Gazi karşıda oturuyor, etraf da kalabalık. Ne yapacağımı öğretmiş olduklarından elimdeki madeni tanburla ilerledim; elin öptüm. İltifat ettiler. Bir yer gösterdi oturdum. Evvela bir fısıltı oldu. Hanendeler okudular; ben de iştirak ettim. Bir müddet sonra Gazi bana hitapla:

-Sizi yalnız dinleyelim..Dün gece Nubar Bey güzel bir eserinizi okudu. Bir de sizin ağzınızdan dinleyelim, Buyurdu.
-Emredersiniz…diye okumaya hazırlandım ama, bir hata edeceğim diye ödüm kopuyordu. Tarif edilmez bir heyecan içindeydim. Hele bakışlarım gözlerine ilişince büyülenmiş gibi oluyor, titriyordum. Sazımı akord ettim ve tek başına okudum. Çok mütehassis oldu:

-Bir daha okuyun dedi. Bu iltifatın verdiği sevinçle kabıma sığmayacak hale geldim. O anda dünyalar benim oldu. Tekrar okudum,yine takdir etti. Yalnız sazımı beğenmemiş.

-Bu madeni sazı değiştirin… Bunda bizim an’anevi tanburumuzun hassasiyeti yok, buyurdu. O günden sonra madeni saza veda ettim.

İtiraf ederim ki, sanatımda beni en çok teşvik ve teşci eden büyük halaskar Atatürk’ün paha biçilmez iltifatlarıdır. O vakit gençlik de vardı. Onun küçük bir takdir ve teşviki insana yaratmak kudretleri, hayata ve sanata bambaşka bir gözle bakmak, emniyet ve cesaretle bağlanma aşkını verirdi. Ve o kadar yüksek bir sezişi vardı ki, tarif edemem…

Florya Deniz Köşkü yeni yapılmıştı. Bir akşam oraya davet ettiler. Hafız Yaşar da orada idi.

-Bir fasıl yapın dedi; hüzzam faslı yaptık. O aralık yeni bestelediğim şu şarkı da vardı:

“Aşkınla sürünsem, yine aşkınla dirilsem /Bilmem ki ne yapsam da senin kalbine girsem /Bir gölge gibi ruhunun altında belirsem”

Bunu Atatürk bilmiyordu. O gece saz heyetiyle hep beraber çaldık, söyledik. İlk defa dinledikleri bu şarkı dikkat nazarını çekmiş… Fakat zekaya bakın:

-Durun!… dedi ve bana hitapla,

-Bu şarkı sizin mi? Diye sordu

-Evet efendim, dedim.

-Ben anladım zaten… Sen bunu yalnız oku, buyurdu.

KAYNAK: Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi

***********

Selahattin Pınar’ın Bilinmeyen Cenaze Marşı

Müslüman-Türk cenaze törenlerinde “marş” çalınma geleneği yoktur… Cumhuriyet Dönemi Müslüman-Türk cenaze törenlerinde Chopin’in (1810-1849) “cenaze marşı” çalınmaya başlanmıştır. (Aslında bu marş, Chopin’in Op.35. sonatının 3. Bölümüdür. Üstelik de “Cenaze Marşı” olarak bestelenmemiştir. Chopin’in cenazesinde ise Mozart’ın “Requiem”i çalınmıştır.)

Atatürk’ün İstanbul’dan başlayan o muhteşem cenaze töreninde de yine Chopin’in “Cenaze Marşı” diye ünlenen bu marşı çalınmıştır. Garip bir rastlantı Pınar, Atatürk’ün öldüğü yıl, 1938,7 Temmuz’unda saat bire yirmi kala Segah/ Türk aksağı olarak bu marşı besteler ve “Cenaze Marşım, ben öldükten sonra ahrete giderken beni bununla gömsünler” notunu düşer.

Fakat bu “cenaze marşı” o zaman ortaya çıkmadığı için vasiyeti yerine getirilemez. Zaten bu marşı ortaya çıkaran ve notalarını yayımlayan Ethem Ruhi Üngör’e göre de, Müslüman Türkler’de “cenaze marşı”yla defnedilme geleneği yoktur. Yazar bu konuda ancak iki cenazenin “müzikli” olarak kaldırıldığını anımsamaktadır. Bunların ikisi de Ermeni asıllı Türk vatandaşıdır. İlki 1948’de vefat eden kanuni ve bestekâr Artaki Candan’dır. Candan’ın toprağa verildiği Şişli Ermeni mezarlığına annesiyle birlikte giden Üngör, Candan’ın vasiyeti üzerine, definden sonra Kadri Şençalar ve arkadaşları tarafından, mezarı başında Artaki Efendi’nin beyati/düyek peşrevi çalınır. İkincisine gelince; Üngör’ün ilk kanun hocası İcadiyeli Armenak Efendi (Kalfaoğlu) , ölmeden kısa bir süre önce vasiyetinde “Ethem mezarımda, benim için kanun çalsın” der. Fakat cenaze günü Ethem Ruhi Üngör’ü bulamadıklarından, Armenak Efendi’nin bu vasiyetini, başka bir öğrencisi Aydın Özcan yerine getirir.

Kaynak: Sermet Sami Uysal-Baki Kalan bu kubbede

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.