Mehmed Celâleddin Dede (1849-1908)
Mehmed Celâleddin Dede 1 Şubat 1849 tarihinde İstanbul’da Yenikapı Mevlevihânesi’nin hareminde doğdu. Babası aynı tekkenin şeyhi Osman Selâhaddin Dede Efendi, annesi Aktar Hacı Tahir Efendi’nin kızı Münire hanımdır. Ailenin en büyük çocuğudur. Mevlevihanenin yakınında bulunan yeniçeri kâtibi Mehmed Efendi’nin yaptırmış olduğu ilkokulda öğrenim hayatına başladı. Bundan sonra on iki yaşında Davutpaşa Rüştiyesi’ne devam etti. Mevlevihânede bulunan bilgin dedelerden tecvit, kıraat, ulûm-i diniye, tasavvuf, edebiyat, Mesnevi, Füsusulhikem, mûsiki öğrendi. Abdülbâki Nâsır Dede dedesi, Ali Nutki Dede ile Abdürrahim Künhi Dede büyük amcasıdır. Arapça, Farsça, Fransızca bilirdi. Bir yandan da öğrenime devam ederek çeşitli hocalardan tasavvurât, tasdikat, şerh Daha on yedi yaşında ike 1866’da Mustafa Nâili Efendi’nin kızı Nazife Hanımla evlendi.-i akad, meani gibi ilimlerde bilgi edindi. Babasından “ Füsus” öğrenerek “icâzet” aldı. Selânikli Ahmed Efendi’den “Mesnevi” okudu.
1870 yılında babasının şeyhliği fiilen bırakması üzerine, Konya çelebisinin izni ile mevlevihâneyi on sekiz yıl yönetti. Babasının 1887 yılında ölümü üzerine şeyh oldu. Birçok tarikattan “hilâfet” almıştı. Tekkede “Mesnevi” okuturdu ve bu görevine de on sekiz yıl devam etti. Durup dinlenmeden bir ömür sürmüş ve çok yorulmuştu. Buna bir de 8 Ekim 1894 tarihinde çıkan yangında mevlevihânenin bir bölümünün, değerli kitaplarının ve eşi bulunmaz kıymetteki tezhipli mesnevilerin, tanburlarının yanması eklendi. Zaten akçiğer ve boğaz hastalığından rahatsızdı. Hastalığının ilerlemesi sebebi ile ve hayatta olmasına rağmen Konya dergâhının izni ile oğlu Abdülbâki Efendi “mukabele” yapmaya başladı. 1903-1906 yılları arasında hastalığının tedavisi ile uğraştı; ölümünden bir ay önce hava değişimi iyi gelir düşüncesi ile Gedikpaşa’da bir konak kiralayarak taşındı. Dügâh makamındaki âyinin ilk okunuşu sırasında ayakta duramamış, geleneğin dışına çıkarak postuna çökmüştü. Geçen yüzyılın gerçek bir mûsiki bilgini olan Mehmed Celâleddin Dede 30 Mayıs 1908 pazartesi günü Gümüşsuyu’ndaki köşkünde öldü. Dergâhın on sekizinci şeyhiydi. Cenaze namazının Sünbülefendi dergâhında kılınmasından sonra mevlevihânenin mezarlığına, babasının mezarının sol tarafındaki türbenin bitişiğine defnedildi. İsmet Bey’in tarih şiirinin son mısraı şudur:
“Celâl-i Mevlevi aşk ile buldu vuslat’ullah’ı” (H.1426)
Daha önceleri hastalığına faydası olur diye 1877’de Kahire’ye gitmişse de bir fayda görmeden geri gelmişti. Cenazenin hazırlanışı sırasında güzel sesli Mevleviler Mevlâna’nın “Ey zi hicrân-ı fizâkât âsüman be giriste” diye başlayan kıt’ayı okumuşlardı.
Tanbur çalmasını büyük ve küçük Osman beylerden, ney çalmasını eniştesi Hüseyin Fahreddin Dede’den, dini mûsikiyi tekkeden, dindışı mûsikiyi tanburi İsmet Ağa ile Nikoğos Ağa’dan öğrenmişti. Özellikle tanbur çalmada kendine özgü bir tavrının olduğunu, o zamana kadar alışılmamış çok ustalıkla mızrap kullandığını tanıyanlar, öğrencileri ve Ahmed Irsoy doğrulamıştır. Bunlarla da kalmayarak mûsiki bilgisini kendi gayreti ile ilerletti. Bir gün konağa davet edilen kemani Memduh Efendi, Şeyh Efendi ile saz eserleri çalmış ve bu tanbur icrâsı karşısında hayret içinde kalmış. Celâleddin Dede daha on sekiz yaşında iken bilim alanında ve mûsikide temayüz etmiş, adını kültürlü çevrelere duyurmuştu.
1904 yılında bestelediği dügâh makamındaki âyininde büyük dedesi nayi Osman Dede’nin hicaz makamındaki âyinini bu makama uygulamıştı. Büyük mûsiki bilginimiz Rauf Yekta Bey, Celâleddin Dede’yi şöyle değerlendiriyor:
“… Bu zat tasavvufta çok ileri varan sezişlerinden başka mûsiki ilmindeki ilmi ve tatbiki kudreti itibariyle de kendinden evvelkilerden ileridedir. Tanburda yaşadığı çağda tek idi. Mûsiki nazariyatında benim ikinci hocam oldu. Mûsikimizde şimdiye kadar meçhul kalmış bir çok nazari meseleler onun gayreti ile keşfedilmiştir.
Dügâh âyini ise mûsikideki üstünlüğünün en eşsiz örneğidir. Bu âyini şerif Hazret-i Mevlâna Celâleddin-i Rûmi’nin adını kıyamete kadar devam ettirecek ve kendisi hakkında Allah’ın rahmetini çekecek güzel bir vesile teşkil edecektir.”
Çok iyi derecede Arapça, Farsça bildiği için eski “edvâr” kitaplarını inceleyerek mûsikimizin nazariyatına eğildi. Daha doğrusu bu konuyu ilk kez ele alanlardan oldu. Başta Rauf Yekta Bey olmak üzere pek çok öğrencisine pazartesi ders verirdi. Bir gün Rauf Yekta Bey, Kulekapısı Mevlevihânesi şeyhi Ataullah Efendi’nin Arapça nazariyat kitabını incelediğini hocasına haber vermişti. Bunun üzerine Celâleddin Dede, Rauf Yekta Bey’e kendisinin incelemekte olduğu bir başka nazariyat kitabı gösterdi. Bundan sonra bu üç kişinin gayreti ile yüzyıllardan beri unutulmuş olan mûsikimizin bilimsel yönü ortaya çıkarılmış oldu. Celâleddin Dede bununla da kalmadı, bugün bile hâlâ kullanılan bazı mûsiki terimlerini ortaya attı.
Bilimsel ve üstün kişiliği kendisine üst düzeyde bir çevre sağlamış, dostlar edinmişti. Mithat Paşa’nın babası ile olan dostluk ilişkisi sarayın dikkatini çekmiş, jurnaller bir birini izlemiş, tekkeye emirler gelip gitmiş, bu değerli ilim adamının rahat ve huzuru oldukça kaçırılmıştı.
Zaman buldukça edebiyatla da uğraşmış, söylediği şiirlerde “Şeyhi” mahlasını kullanmıştır. Şu dörtlük onundur:
Ey mefhâr-ı evvelin olan Mevlâna
Vey melce-i âhırin olan Mevlâna
Dervişlerini hakikate vasıl et
Ey hâdi-i râh-ı din olan Mevlâna
Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi kitabından alınmıştır.
Henüz yorum yapılmamış.