Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Abdülkadir Meragi (1353-1435)

01.06.2017
5.661
Abdülkadir Meragi (1353-1435)

Türk Musikisi’nin bu büyük bestekâr ve nazariyatçısı, yerli ve yabancı kaynaklarda Farabi birinci, İbni Sina ikinci “üstad” sayıldığı için “üstad-ı Salih” Meragalı Abdülkadir, Abdülkadir Meragi, İbni Gaybi, Hace (Hoca), Hoca Abdülkadir, sadece Meragalı gibi isimlerle tanınır. Musiki dünyamızda “Hoca” denince Abdülkadir akla gelir; bu gelenek bugün de devam etmektedir. Kendisi eserlerinde adını “Abdülkadir bin Hafız’al-Meragi” şeklinde yazar. Son yıllarda Orta Doğu’da yapılan bazı çalışmalarda “Kemaleddin Ebu’l-Fazıl Hace Abdülkadir bin Gaybiyü’l-Hafız’al-Meragi” diye bahsedilirken, çoğu yerlerde yanlış okumalar sonucu İbn-i İsa, İbn-i Ayni, İbn-i Gayni ve Abdülkadir Guyende olarak yazılmıştır. Ondördüncü yüzyılın ortalarında, o sıralarda “Celayirliler Devleti” sınırları içinde bulunan Azerbeycan’ın Maraga (Meraga) şehrinde doğdu. Doğum tarihi tartışmalıdır ve 1350, 1353, 1360, 1363 yıllarından birinde doğduğu sanılmaktadır. Hayatının safhalarını ayrıntılı olarak bilemiyoruz. Eserlerini, yüzyıllarca ilim ve sanat dili sayıldığından arapça ve farsça yazdığı için, Batılı araştırmacıların bir türlü tedavi olamadıkları eski hastalıkları depreşmiş ve bu Azebeycanlı Türk’ de İran ya da arap nazariyatçısı olarak kabul etmişler, İranlılar ve Araplar kendi milletlerine maletme çabasına girmişlerdir.

Abdülkadir hakkında ilk ciddi yayını Rauf Yekta Bey, son yıllarda en geniş araştırmayı da Murat Bardakçı yapmıştır. Babası “Hicri Takvim” e göre 821 yılından önce öldüğü tahmin edilen ve çağının bilginlerinden sayılan Gıyaseddin Gaybi’dir. Eserlerinde babasından bu isimle söz ederek “birçok bilim dalında üstün bilgisi vardı.Musikinin bilhassa nazari ve ameli dallarında üstad idi” dediğine göre temel bilgileri ve musiki sanatını babasından öğrendiği kesindir. Çocukluk hayatına ait yeterli bilgimiz olmamakla birlikte dört yaşında okula gittiği, sekiz yaşında hıfzını tamamladığı, daha sonra sarf, nahiv,beyan ve meani gibi ilim dallarında bilgi edindiği biliniyor.

Abdülkadir’i tarih sahnesinde ilk kez Celayir hükümdarı Sultan Üveys’in sarayında görürüz. Bundan da babasının ölümünden sonra Tebriz’e geldiği, hükümdarın huzurunda yaptığı bir musiki icrasından sonra itibar kazandığı anlaşılıyor. Sultan Üveys de onun benzersiz bir sanatkar olduğunu bizzat yazdığı bir yazı ile belirtmiştir. Bu sıralarda safevi şeyhi Saadeddin’le ilişki kurmuştur. Daha sonra İlhanlılar’ın hizmetine girerek Sultan Hüseyin’e “Nedim” olup mevkiini korudu. Bütün kaynaklarda belirtilen musiki yarışması bu hükümdarın emri ve Razıyaddin Rıdvan Şah, Hace Şeyhu’l Kucec, Emir Zekeriya, Mevlana Celaleddin Feyzullah, Hace Selman-ı Saveci gibi şahsiyetlerin huzurunda yapıldı. Bu yarışmayı ve büyük ödülü kazanmış olması bu yıllarda ünlü bir musikişinas olduğunu ispatlar. Sultan Hüseyin’in, kardeşi şehzade Ahmed tarafından öldürülmesi üzerine ülkede kargaşa ve devlet idaresinde gerileme başladı. Abdülkadir saltanat kavgasına dalan şehzadelerin yanındaydı; en çok şehzade Ahmed ile ilişkili olup, aynı zamanda onun öğrencisiydi. Sonuçta Ahmed hükümdar olunca görevine yine devam etti. Sultan Ahmed’in musikiyi iyi bildiğini, eski musiki eserlerini incelediğini, zaman zaman besteler yaptığını, telli sazları çaldığını, Safiyüddin Abdülmümin’in Kitabu’l-Edvar’ı ile Şerefiyye’sini kendisine okuttuğunu belirterek onu över. Oysa tarihi kaynaklar bu hükümdarı kan dökücü ve dönek bir insan olarak tanımlar. Bu dönem sanatkarın en mutlu dönemlerindendir. Sarayda musiki alemleri devam etmekte, hükümdar kendisine “aziz dost” demektedir. Ahmed’in kazandığı bir zafer üzerine “darb-ı fetih” usulünü düzenlemiş, Uveys’in oğlu şehzade Ali de bu ritm şekline bu ismi vermiştir. Sultan Ahmed bir gün Hoca ile kayık gezintisi yaptığı sırada Sultan Şeyh Cüneyd-i Bağdadi’den dört beyit okuyarak, otuz kayıkçının sayısına uygun olarak bu şiirleri Hoca’dan bestelemesini istemiş, Hoca da kendi buluşu olan ve “devr-i şahi” adı verilen “30 nakre’li” bir usulden o anda bestelemiştir.

1386 yılında Timur’un Azerbeycan’ı dolayısıyle Tebriz’i istila etmesi sonucu Sultan Ahmed Bağdat’a kaçmış, “yar-i aziz” dediği Hoca da birlikte gitmişti. Timur 10 Ağustos 1393 tarihinde Bağdat’ı da aldı. Ahmed Mısır’a kaçarak Memluk Sultanı Berkuk’a sığındı. Sultanın yakınları ile kaçmaya çalışan Abdülkadir, diğerleriyle birlikte Kerbela’da yakalandı ve Bağdat’a getirilerek huzura çıkartıldı. Çok zeki bir kimse olduğundan zalim ve mağrur Timur’un huzurunda:

Maşruk u magrib musahhardur sanga
Devlet-i nusrat mukarrardur sanga
Fethi nusrat daima bilgingdedur
Devletin Hak’dan mukarrardur sanga

dörtlüğünü okuyarak canını kurtardı. Bundan sonra Timur’un himayesine girerek birçok ilim ve sanat adamı gibi o da Semerkant’a gönderildi. 1397 yılında Semerkand’daki sarayda görevli idi. Bu dönemde ünü ön Asya ile Mısır’da yaygınlaşmıştı. Timur ailesiyle iyi ilişkiler içinde olduğundan sevilen, sayılan bir kimse olmuş, kendisine ev, arazi, bağ ve bostan ihsan edilmiştir.

Aynı tarihlerde Timur’un oğlu Miranşah Tebriz’de idi. Bazı kaynaklara göre attan düşmesi sonucu, bazı kaynaklara göre de içkiye düşkünlüğü sebebi ile akli dengesi bozulmuştu. Abdülkadir Semerkand’dan Tebriz’e gelerek şehzadeye nedim oldu. Sarayda Meragalı’dan başka Mevlana Kudbeddin-i Nayi, Mevlana Kuhki-i Kühistani, Habibi Udi, Ardeşir-i Çengi gibi sanatkarlar da bulunuyordu. Şehzadenin anormal davranışları dayanılmaz bir hal almış olacak ki , gelini “Hanzade” Tebriz’den Semerkand’a gelerek kayınbabasına şikayet etti. Olup bitenlere çevresindeki insanların sebep olduğu kanaatine varan ve öfkeden deliye dönen Timur, 1393 ya da 1399 yılında Tebriz’e geldi. Önce oğlunun yetkilerini diğer oğlu Ebubekir’e devretti. Sonra Abdülkadir, Kudbettin-i Nayi ile Mevlana Muhammed’in asılarak idam edilmesini emretti. “Kalender” giysisi giyen Abdülkadir Tebriz’den kaçarak canını güçlükle kurtardı ve gizlendi. Timur ise idam emrini vermekle birlikte yakalanınca idamdan önce huzuruna sağ olarak getirilmesini istemişti. Abdülkadir Bağdat’ta eski efendisinin yanında idi. Bu kurtuluş dönemi de uzun sürmedi; Bağdat yeniden Timur’un eline geçince yakalanarak hükümdarın huzuruna çıkarıldı. Çok hiddetlenen Timur idam emrini vermek üzereyken Kur’an-ı Kerim’den bir sureyi ezberden ve çok duygulu bir uslubla okuyunca bağışlandı. Takriben 1398 yılı civarında cereyan eden bu olaydan sonra yeniden Timur’un hizmetine girdi. Hükümdardan ünlü nişanı bu sıralarda aldı. Bundan sonra Rauf Yekta Bey’e göre Timur’la birlikte dolaştı. Aslında dolaşıp dolaşmadığı kesin olarak belli değildir. Hindistan seferi sırasında Semerkand’a gitmek üzere izin istedi. Timur’un Hicri 807 yılında ölümüne kadar bu şehirde yaşadı. Onun ölümünden sonra oğlu Müinüddin Şah’a intisabetti. Torunu Halil ile diğer oğlu Şahruh zamanında da sarayda kaldı. Şahruh, Herat’ı başşehir yapınca Herat’a giderek görevini sürdürdü. Buradaki hayatı hakkında Devlet Şah bazı bilgiler verir.Nitekim Camiu’l-Elhan-ı bu sırada Şahruh’a ithaf etmiştir. Aynı tarihlerde, eski dostu Ahmed Celayiri, Karakoyunlu Kara Yusuf tarafından idam edilmiştir. Elde kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte 1421 yılında Bursa’ya gelerek eserini Sultan II.Murat’a sunduktan sonra geri Semerkand’a döndüğü ileri sürülmüştür. Kendisi hiçbir eserinde bu olaydan söz etmez. Esasen Şahruh’un kendisini göndermesi de mümkün değildir. Kaldı ki, “Habibu’s-Siyer”de gitmediği kaydı vardır. Bu tartışmalı konu padişaha ithaf etmiş olduğu eserinden kaynaklanan bir rivayet olsa gerektir. “Ravzatu’l-Cennat”a göre veba salgınında bu hastalığa yakalanarak 1435 yılında Herat’ta öldü.

Abdülkadir’in Nureddin Abdurrahman (d.1394), Nizameddin Abdürrahim(d.1397), Abdülaziz adında üç oğlu vardır. İlk ikisinin musiki alanında iyi yetişmeleri için özen göstermesine rağmen ikisinin de ismi geçmez. Aksine oğlu Abdülaziz ile torunu Mahmud Çelebi’nin musiki ile ilgili çalışmaları vardır ve ileride sözü edilecektir.

Sanatı

Anadili olan Türkçe’den başka Arapça ve Farsçayı iyi bilirdi. Eski ve yeni kaynaklar bestekar, hanende, nazariyatçı, şair, ressam, hafız ve hattat olduğundan söz eder. Hat sanatının muhakkak, reyhani, sülüs, nesih, tevki’ dallarında ustaydı. Günümüze el yazısından başka bir hat örneği gelmemiştir. Şairliğine sayın Murat Bardakçı’nın kitabından aldığımız şu gazelini örnek olarak sunuyoruz:

Ey can-ı cihan bahr-ı safa bizni unutma
V’ey mah-ı cebin mehr-lika bizni unutma

Hak-dın dileyur can ü gönül ömrün uzakı
Virdüm bu durur subh-ı mesa bizni unutma

Ol dem ki yüzüng birse şeha hüsn zekatı
Ger bolmaya hazır bu geda bizni unutma

Ayrılmadı canum kılıç ile işigünhdür
Ger çarh-ı felek kıldı cuda bizni unutma

Bardur ger mundın bu kadar bizge tevakku’
Ger saldı cuda bizni kaza bizni unutma

Bir ömür niçin dilerüz ez Hakk be duaha
Sen ıys kıl u ruh-feza bizni unutma

Hecrüng kıladur her nefesi sinemi mecruh
Bir gil bu cerahatga deva bizni unutma

Sırası geldiğinde söz ettiğimiz gibi, Abdülkadir’den önce eski nazariyecilerin sistemleştirdiği bir Doğu musikisi vardı. Bu sistemler eski Yunan musikisi sistemlerinden geri kalmadığı gibi, bazı noktalardan onlardan da üstündü. Ancak o dönem musikişinaslarının çalışmalarının hepsi günümüze gelmemiştir.Farabi’den Safiyuddin Abdülmümin’e gelinceye kadar değerli çalışmalar yapan teorisyenler vardır. İşte Abdülkadir eski İslam nazariyecilerinin geliştirdiklerine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Bu yüzden Batı müzikologlarının dikkatini çeken bir kişidir. Meragalı’nın düşünce ve sezişlerini takdir eden ve kendisinden beş yüz yıla yakın bir süre sonra yaşayan HELMMOLTZ , “Fiziologie der Tonemphfindungen” adındaki büyük eserinde Hoca’nın bütün eserlerini okuduğunu, derinlemesine inceleyerek çok yararlandığını söyler. KIESSEWETER, Türk Musikisi açısından hatalarla dolu eserini, HAMMER’in Abdülkadir’den çevirdiği önemli notları esas alarak yazmıştır.

Musikideki bu derece ustalığından dolayı bütün yazar ve araştırmacılar hakkında “musiki nazariyatında en yetkili kişi” gibi sıfatlar kullanmışlardır. Eserlerini kendinden önce yazılmış olanları inceleyerek ve bunların arasındaki çelişkileri, bu çelişkilerini sebeplerini açıklayarak yazmış, gidermeye çalışmıştır. Mesela, Şirazlı Kudbeddin’in musikiden söz eden ansiklopedik eserinde Farabi ve Safiyüddin hakkındaki itirazlarına, eleştirilerine bilimsel ve teknik kanıtlarla karşılık verir. Kudbeddin’in bu hatalarını ameli yönünün eksik oluşuna bağlar. Musiki toplantılarının birinde o yılların sayılı musiki bilgilerinden olan Nasrullah Kari elinde bir kitapla içeri girer. Hoca kitabın konusunu ondan sorar, Nasrullah Kari “Safiyüddin’in Kitabu’l-Edvar’ına bir şerh yazdım. Senden eleştirisini ve düzeltilmesini istiyorum” der. Hoca kitabı eline alarak bir süre göz gezdirdikten sonra düzeltilmesi gereken noktaları o anda sıralayarak orada bulunanları kendisine hayran eder.

Meragalı Abdülkadir’in en çok etkisinde kaldığı kişi Farabi olmuştur. H.Sadeddin Arel, Pitagoras’ın musiki ile ilgili fikirlerini Farabi’den iktibas ederken, Yunanca bilmediği için yanılgılara düştüğünü söylüyor. Arel bu konuyu şöyle anlatıyor: “…Bu isimlerle onların tarifini Farabi’den sonra gelen nazariyatçılardan ancak birkaçı iktibas edebilmiştir. Fakat, sanırım ki iş işten geçtikten sonra onlar da pişman olmuşlardır.Çünkü isimlerinde, tariflerinde kitaplarda konu edilen musikiye bir faydası olmadığı gibi, iktibas eden yazarların bunları anlamadığı ortaya çıkmıştır. Meragalı Abdülkadir gibi yüksek bir alim bile kendi eseri olan Camiu’l-Elhan’ın yine kendi eli ile yazdığı nüshasında, Farabi’nin Yunanca’dan çevirdiği deyimleri iktibas ederken karmakarışık bir şekle sokmuştur.” Arel bunlardan başka Meragalı’nın bu deyimleri bir cetvel şeklinde verdiği halde yine hatalara düştüğüne, metinlerle cetvelin bir birini tutmadığına deyinir. Bununla birlikte eserlerinde musikinin pratik ve teorik yönlerini toplamış bütün bunları fiziksel olaylara ve fizik yasalarına dayanarak deneysel bir düşünce doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. Nitekim, Camiu’l-Elhan adındaki eserinin mukaddimesinde musikini “erkan-ı ritaziyeden bir rükün ve ecza-i hikmetten bir cüzü” olduğunu söyler. Onun bu çalışmalarını şu gruplarda toplayabiliriz:

1- Musiki tarihi ile ilgili olarak bu sanatla uğraşanlardan, musikişinaslardan, musikişinasları koruyan devlet adamları ile hanedanlardan söz etmiş ve değerli bilgiler vermiştir.

2- Kendinden önce bilinen ve yazılan olay ve eserlerin kritiğini yapmış, klasik sistemdeki aralıklardan, 13 adet beşli ile 7 adet dörtlüden söz etmiş, ilk kez Safiyüddin’in tarif ettiği “şedd, avaze, şube, mürekkebat” ı Abdülkadir de kullanmıştır. Ona göre bunların tarifi şöyledir:

a- 12 adet olarak bildirdiği “şedd” sözcüğü makam anlamındadır. “Edvar-ı Meşhure” adı verilen bu makamlar uşşak, neva, buselik, rast, hüseyni, hicazi, rehavi, zengüle, ırak, ısfahan, zirefkend ve bozorg’dur.

b- 6 adet olan avaze (avase) makam dizileriyle birleşirler. Bunlar nevruz, selmek, gerdaniye, geveşt, maye, şehnaz olup “avasat-ı sitte” adını alır.

c- 24 adet olan mürekkebat şedd ve avazenin dışında kalan devirlerdir.

d- Sayısı 24 olan şubeler ise ana dizilerin, yani makamların zenginleştirilmesine yardımcı olurlar. Yirmidört şube dügah, segah, çargah, pençgah, aşiran, nevruz-i arap, mahur, nevruz-i hara, bayati, hisar, nühüft, uzzal, evç, niyrizi, müberka, rekb, saba, humayun, zavili, ısfahanek, huzi, nihavend, muhayyer, bestenigar’dan ibarettir.

3-Usuller hakkında açıklamalar yaparken bunların aruz ve prozodi ilişkilerinden söz eder. “Rukn ve erkanı”nı “sebep, veted, fasıla” olarak üçe ayırarak inceler. Eskiden kalma, zamanında kullanılan ve kendi buluşu olanları anlatır ve özelliklerini tarif eder.

4-“Alat-ı Elhan adını verdiği musiki aletlerini “telli-nefesli” olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra en gelişmiş sazın insan hançeresi olduğunu söyler. Ayrıca sazları “mukayyedat-mutlakat-mecruvat” şeklinde üçe ayırır. Eski sazlardan ud, şeştay, tanbur türleri, kanun, çeng, pipa, mugni, gicek, ney, zurna, nefir v.b. hakkında açıklamalar yapar. Kendi buluşu olan sazları sıralarken, bunların ve diğer sazların planlarını verir. Mesela, çini kaselerden tertip ettiği ve “saz-ı tasat” adını verdiği bir sazı tarif ederek nasıl çalınacağını anlatır.

5-Eserlerinde form bilgisi de vardır. Bunlar arasında on dört beste şekli hakkında bilgi vererek bunları etraflıca anlatır. En eski ve en büyük beste şekli olan “Nevbet-i mürettep” in sözlü beste şekli olduğunu, “kavl-gazel-tenene,-müstezat-farudaşt” adı verilen bölümlerden oluştuğunu onun eserlerinden öğreniriz.

Bir Efsane

Farabi ve İbni Sina gibi Hoca Abdülkadir’in de ismi çevresinde sanatı ile ilgili bir efsane yaratılmıştır. Gerçeklerle bağdaşmayan bu efsanenin özeti şöyle: Hoca eserlerini musikişinaslardan kıskanarak kimsenin öğrenmesini istemezmiş. Sultan Hüseyin Baykara, çok zeki ve musikişinas bir köleyi sağır ve dilsiz rolü oynatarak Meragalı’nın hizmetinde çalışmasını sağlamış. Bir iki denemeden sonra kölenin gerçekten sağır ve dilsiz olduğuna kanaat getiren üstad, hiç çekinmeden eserlerinin en değerlilerini okumaya ve başka eserler üzerinde çalışmaya başlamış. Bunları hiç sezdirmeden öğrenen köle, gizlice sultan sarayına giderek saray musikişinaslarına öğretirmiş. Hüseyin Baykara bir gün Hoca’nın da bulunduğu bir musiki meclisinde bu eserleri icra ettirmiş. Olaya çok üzülen ve sinirlenen bestekar renkten renge girerek düşüp bayılmış ve bu olaydan sonra çok yaşamamış. Bu efsane Divan Edebiyatı içinde “hocagulam” şeklinde semolleşerek “aşık-maşık” anlamlarını kazanmıştır. Bu etki ile Itri, Hafız Post’un ölümü için;

Alemin nakşın çıkardı bildi karın kim ecel
Ne Gullam’a rahm eder, ne Hace’ye verir aman

Şair Sami ise Küçük Müezzin Çelebi için;

Hace şayan idi olmaklığın şakirdi anın
Hemçü def saza halka begus olsa Gulam

gibi tarih beyitlerini söylemişlerdir. Bu hikayenin elbette inanılacak tarafı yoktur. Ayrıca Abdülkadir, Hüseyin Baykara ile çağdaş da değildir. Kaldı ki kendisi eserlerinde, sırası geldikçe değeri yüksek olan eserlerinin anlaşılamadığından ve yaygınlaşamadığından yakınır. Ancak orta derecedeki bestelerini öğretebildiğini söyler.

Eserleri

1- Kenzu’l-Elhan: Nağmelerin hazinesi anlamına gelen bu eserin bugüne kadar hiçbir yerde bulunamadığı bilinmekteydi. Ancak Murat Bardakçı adı geçen kitabında bu eserin bir nüshasını Tebriz, bir nüshasının da Isfahan’daki kitaplıklarda gördüğünü, ancak incelemek imkanının bulamadığını bildiriyor. Meragalı Abdülkadir diğer eserlerinde zaman zaman musiki konularının anlaşılması güç olan bölümleri için bu eserine başvurulmasını salık verir. Pek çok bestesinin notasını bu kitabına kaydettiğini söyler. Özellikle Camiu’l-Elhan’ın mukaddimesinde adı geçen kitabı iyi incelenirse musiki meseleleri için başka bir esere başvurmaya gerek kalmayacağını ileri sürer.

2- Camiu’l-Elhan: Bu kitabın adı nağmelerin topluluğu demektir.Eseri 1405 yılında oğlu Nureddin Abdurrahman’a hediye etmiştir. Sonradan 1423’de geri alarak gözden geçirdiği ve bazı ekler yaptığı üzerindeki notlardan ve tarihten anlaşılmaktadır. Şahruh’a sunuş yazısı bulunan 1415 tarihli bir nüshası İstanbul Nuruosmaniye Kitaplığı’ndadır. Farsça yazılmış olup içinde bazı bestelerinin notası vardır. Muhtelif nüshaları olan bu eser 12 bab, 48 fasıl halinde yazılmıştır. Eskilerin musikiyi astrolojiye bağladığı, bu sanatın “İlm-i Nücum”da sayıldığı bir dönemde ses ve nağmenin tarifini, ses ve ezginin kulağa gelmesini, pestlik ve tizlik, aralıkların onarını, aralıkların birbirinden farkını, aralıkların birbiri ile ilgisini, kulağa hoş gelmeyen seslerin sebeplerini v.b. bölümlere ayırarak incelemiştir.Ayrıca geniş olarak yazdığı mukaddimesinde kendi hakkında ayrıntılı bilgi verir. Hoca’nın anlattığına göre 1376 yılının 12 aralık günü yapılan bir toplantıda hükümdar Celaleddin Hüseyin, şeyhülislam şeyh Kahni, Emir Şemseddin Zekeriya hazır bulunuyormuş. Bunlardan başka Safiyüddin’in Kitabu’l-Edvar-ı ile Şerefiyyesi’ne şerh yazmış olan Celaleddin Feyzullah Ubeydi, Sadedin Küçek ve Horasanlı Ömer Tac da varmış. İçlerinden birisi “musiki eserlerinden en zor beste şekli alanı nevbet-i mürettep’tir ve bir tanesinin bestelenmesi için bir ay gerekir; o da bestekar kudretli ise” demiş. Buna karşılık olarak Hoca Abdülkadir’in bir ayda otuz adet yapabileceğini, bir ay sonra gelecek olan ramazanın arefe gününde otuzunu birden okuyacağını söylemiş. Bu sözlere kimse inanmamış. Musiki ustalarından çağdaşı olan Hacı Rıdvan Şah daha önce bestelediklerini okuyabileceğinden kuşkulanmış. Durumu sezen Hoca “her gün okunacak nevbet-i mürettepin sözlerini siz seçin, bana hangilerinin yapılacağının siz söyleyin” demiş. Bunun üzerine hükümdar orada bulunanlara hergün okunacak nevbet-i mürettep’lerin sözlerinin huzurunda saptanmasını, her biri için ses ve düzümde hangi sanatların kullanılmasını istiyorlarsa kararlaştırılmasını emretmiş. Hoca’ya dönerek. “…Birinci nevbet-i mürettepi benim adıma taksim et ve hüseyni makamından bestele. Bu nevbet-i mürettep kavl-gazel, terane, farudaşt ve müstezad olmak üzere beş bölüm olsun. Son kıt’ada iki makam ile altı avaze göster. Öyle ki, her iki makam arasında bir avaze bulunsun. Makamlı olan bölümlerini şiirin bir mısrağı ile bestele, Nevbet-i mürettep’in usulü de sakil u remel olsun” emrini vermiş. Orada hazırlanan şiirleri istenilen şekilde besteleyip zamanında okuyunca herkes şaşırmış ve bu durum bir ramazan boyu devam etmiş.

3- Şerhu’-Kitabu’l-Edvar: Safiyüddin Abdülmümin’in Kitabu’l-Edvar’ının farsça açıklamasıdır. Topkapı Sarayı, Nuruosmaniye ve İstanbul Belediye kitaplıkları ile İran’da muhtelif nüshaları vardır. Eser “mukaddime-makalehatime” olmak üzere üç bölümdür.

4- Kitabu’l-Edvar: Türkçe yazılmış olan bu eserin tek nüshası Leiden Üniversite Kitaplığı’nda bulunuyor. Bu nazariyat kitabında da bazı eserlerinin notaları vardır.

5- Maksıdu’l-Elhan: Türkçe anlamı nağmelerin amaçları demektir. Rauf Yekta Bey, Topkapı Sarayı, Nuruosmaniye, Oxford ve İran kitaplıklarında çeşitli nüshaları vardır.Yazılışı 12 bab ve hatimeden ibarettir. Eser farsça yazılmış olup 1422 yılında Sultan II.Murad’a sunulmuştur. Yine aynı hükümdara sunuş yazısı bulunan diğer bir nüshası Leiden Üniversite kitaplığındadır. Bu eserinde çeşitli açıklamalardan başka kendi icadı olan sazlar hakkında bilgi verir. Musiki sanatını yücelten önemli olaylardan söz eder.

6- Fevaid-i Aşere: On faide ile yirmi fasıl olarak yazılan bu eserin birer nüshası Nuruosmaniye ve İstanbul Belediyesi kitaplıklarında bulunuyor.

7- Zubdetü’l-Edvar:Bir nüshası Rauf Yekta Bey kitaplığında bulunmaktadır.

Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi Kitabından alınmıştır.

Acem Kar-ı Buti Dar

Arazbar Nakış Yürük Semai

Bestenigâr Nakış Yürük Semai

Hüseyni Kâr

Irak Yürük Semai

Mahur Kâr (Gül-i Bi-Ruh-i Yâr

Nihavend-i Kebir Kâr

Nihavend-i Kebir Nakış Beste

Pençgâh Ağır Semâi

Pençgah Kâr

Rast Ağır Semâi

Rast Kâr

Rast-ı Kâr (Haydarname)

Rast-ı Kâr (Kavl-i Muhteşem)1

Rast-ı Kâr (Kavl-i Muhteşem)2

Rast Karçe

Rast Nakış

Rast Nakış Beste

Rast Nakış Beste (Seyri Gülü Gülşen)

Rast Kâr (Şevkname)

Rast Yürük Semâi

Rehavi Yürük Semâi

Segâh Kâr-ı Şeşavaz

Uşşak Kâr

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.