Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Arap Musikisi III

10.09.2017
3.267
Arap Musikisi III
Arap Musikisi

Sadeddin Arel’in “Türk Musikisi Kimindir” kitabından alıntıdır

Yukarıda musikimizin mutlaka  başka bir milletten geldiği zannında bulunanların dört zümreye göre İranlılar, ikinci zümreye göre Araplar, üçüncü zümreye göre Yunanlılar, dördüncü zümreye göre Bizanslılar olduğunu anlatmıştım.

İranlılardan asla musiki almadığımızı, ilk iki bölümde özetlemeye çalıştığım deliller kafi derecede meydana çıkarmıştır ümidindeyim.

Bugün Araplardan bize musiki geçip geçmediğini tetkik edeceğiz.

Tetkikimize başlar başlamaz gözümüze ilk çarpan şey, bizi hayretler içinde  bırakacak ve derin derin düşündürecek tarihi bir hadisedir:

  Nasıl İran’da eski milli musiki ortadan kalkarak yerine şu bizim bildiğimiz  musiki kaim olmuş ve eski milli musikinin faraziyelerle efsanelerden başka hatırası kalmamış ise Araplar arasında da aynı hal vukubulmuş!… Yani eski Arap musikisi faraziyelerle efsanelerden başka miras bırakmaksızın dünyadan elini eteğini çekerek yerini yine şu bizim bildiğimiz musikiye devretmiş.

İkinci makalemde kendisiyle tanışmış olduğunuz Alman musiki yazıcısı Kiesewetter İslamiyetten evvelki Arap musikisinin bir daha geri gelmeyecek surette yok olduğunu yazıyor.

Paris konservatuarı tarafından neşredilen büyük musiki ansiklopedisine Arap musikisi hakkında uzun bir etüdle iştirak etmiş olan Fransız müsteşriki Jules Rouanet İslamiyetten evvelki Arap musikisine dair faraziyelerle efsanelerden başka bir şey bilinmediğini söylüyor.

Ne kadar tuhaftır ki, Bizans’ta da musikinin başına tıpkı böyle bir hal gelmişti.

Vakıa her memlekette musiki veya  diğer bir sanat batabilir de, çıkabilir de. Bunda şaşılacak bir mahiyet  yoktur; fakat birbirinden uzak ve –din, dil, kültür, milliyet, hatta ırk itibariyle- büsbütün ayrı camialar içinde her musiki battıkça mutlaka yerine şu bildiğimiz musikinin geçmekte olduğunu görürsek işte o zaman olanca kudretimizle hayret etmeye hak kazanırız.

Cidden merak edilecek bir mesele : Arap, Acem, Bizans gibi ne coğrafya, ne din, ne dil, ne kültür, ne milliyet, ne ırk bakımından aralarında birlik bulunmayan üç toplumu bir tek musiki macerasında hangi bağ birleştirdi?

  Bu esaslı bağı istediğimiz kadar arayalım, Türk istilasından başka müşterek bir etken bulamayız.

Süreklice bir Türk istilası geçiren bütün memleketler sari hastalığa tutulmuşcasına –daima aynı arazı gösteriyorlar ve musikilerini izi belirsiz bir halde kaybederek onun yerine şu bizim bildiğimiz musikiyi, yani –adıyla sanıyla- Türk musikisini alıyorlar.

Demin eski Arap musikisinin kaybolduğundan  bahsettim ama, bazı yazarlar eski Arapların esasen  musiki adına layık bir sanatı bulunmadığını söylemektedirler. Şu halde Arapların ellerinden bir şey kaçırmış olmak acısını duymalarına hacet kalmıyor.

   Eski Araplarda musiki bulunmadığını söyleyenler bizzat Araplardır. Mesela miladi ondördüncü asır tarihçilerinden meşhur İbni Haldun diyor ki;

“Taifei Arabın kabl-el-islam selika ve tabiatları inşad-ı şiirde münsak olup lakin musiki ve sair ulum ve sanayide raciller idi. Zira evail-ı halde tavr-ı bedavet üzre mecbul olup iktisab-ı-fezail ve iktina-yı sanayiden kudretleri kasır idi. Ve Arabın terennüm ve tegannileri sevk-ı-cemel ve naka edip hadi ıtlak olunan mugannilerin ve feza-yı-halide terennüm eden bazı fityan-ı Arabın sade ve basit nağmelerine  maksur idi.

Türkçeye münasebiti birkaç tane idi ile birer tane edüp, eden, olunan, olup, üzere kelimesinden ibaret olup bu fıkranın ceviz gibi sert bir kabuk içinde saklı-manasını ayıklayınca  şunu anlarız: Araplar İslamiyetten evvel şiir söylerlermiş; fakat çölde oturdukları için musikide ve diğer ilim ve sanatlarda yaya kalmışlar; şarkı namına söyledikleri şey deve sürerken çıkardıkları nağmelerden ve boş sahrada Arap delikanlılarının  basit ırlayışlarından  fazla değilmiş.

Son asır Arap yazarlarından Corci Zeydan da şöyle diyor:
“Araplar zeman-ı cahiliyetlerinde  musiki alatından  davuldan başka bir şey bilmezlerdi. Bilahare İslamiyet zuhur edince  İslamlar saltanat alayişlerinden içtinaben davul ve boru kullanmaktan çekinmişler ise de hilafet o tavr-ı zahidane ve afifaneden saltanat şekline girdiği zaman hal başkalaşarak musikiyi kullanmakta beis görmemeye  başladılar. Çünkü bu zamandan sonra  ümur-ü maişetçe bolluğa nail oldukları gibi eski ve medeni devlet adamı olan İraniler ve Rumlar ile ihtilatta bulunduklarından onlardan refahiyet-i maişet ve tebrizat ve israfata müteallik iktibas ettikleri şeyler cümlesinden  musikiye de iktibas -alıntı- eylediler”

   Buraya kadar yaptığım örneklerden muhakkak olarak beliren bir şey vardır ki o da şimdiki Arap musikisinin orijinal bir Arap malı değil, başkalarından alınmış bir sanat olduğudur.

Bu başkaları kim olsa gerek?

İbni Haldun Arapların musikiyi  İranlılarla Rumlardan aldıklarını söylüyor ve diyor ki:

“Nağme-serayan-ı Fürs ve Rum semt-i-Hicaz’a nakil ve rihlet edüp taife-i Araba hüddam ve abid oldular ve mecalis ve mehafilde darb-ıud ve tanbur ve nefh-i-nay ve mizmar edüp taife-i-Arabın güşgüzarları oldukta anlar dahi nağamat-i-şiiriyeye ağaz ile muganniyan-ı Fürs ve Ruma perde-i-Acem’de peyrev ve demsaz oldular”

Yani Acem ve Rum musikicileri Hicaz’a giderek Araplara uşak ve köle olmuşlardır. Toplantılarda ud, tanbur,ney, düdük çalarlarmış. Araplar dinleye dinleye onları taklit etmişler.

Corci Zeydan da, yukarıda görüldüğü üzere İbni Haldun’un fikrindedir.

   Napolyon zamanında Mısır musikisini tetkik etmiş olan Villoteau dahi Arapları musikiyi Yunanlılarla İranlılardan aldıklarını, hatta Arap musikisinde  kulakla doğru kavranması ve ağızla doğru söylenmesi imkansız küçük aralıklar bulunmasının da Yunan musikisinin  bozuk ve soysuzlaşmış vaziyetinde iktibas olunmasından ileri geldiğini, bununla beraber Arap şarkılarında  Asya musikisi tesirlerinin pek belli olarak  hissedilmekte bulunduğunu söylüyor.

Alman musiki yazıcısı Kiesewetter Fransız müsteşriki Villoteau’nun  düşüncesine muarızdır. Onun kanaatince  Yunan musikisi  her ne kadar miladın daha ilk asırlarında inkıraz bulmuş, unutulmuş, aranmaz olmuş idiyse de öyle Villoteau’nun dediği gibi soysuzlaşmış değildi.

Yine Alman musiki yazıcısı kitabının  diğer bir yerinde Arap musikisi sisteminin Yunanlılara asla uymadığını, Arap musikisinde ses nisbetlerinin hesap edilişi tamamıyla, başka ve kendine mahsus olduğunu beyan ettikten sonra:

“Bütün Arap musikisinde hiçbir mefhum yoktur ki mutlaka Yunanlılardan gelme olarak izahı zaruri görülsün.” diyor.

Bence Kiesewetter bu meselede pek hakldır: Bildiğimiz Türk musikisine benzer bir şey Yunanlılarda yoktu ki Araplara geçebilsin! Kimse başkasında bulunmayanı ondan alamaz.

Alman müellif, beşeriyetin en parlak fikir meşalelerinden olan büyük Türk Farabi hakkında da bazı küçük tenkitlerde bulunuyor. Hulasatan diyor ki;

“Farabi kendisinden evvelki Arap musikicilerin yanlışlarını düzeltmek ve Yunanlıların nazariyatını Araplar arasına sokmak istedi. Eserlerinde Yunan nazariyatçıların  fikirleri, hatta çok defa aynen sözleri görülmektedir. Onun tarif ettiği musiki sistemi Yunanlıların kabul etmiş oldukları Systema perfectum’dur. Arapların kullandıkları musiki sistemi ise ondan bütün bütün başkadır. Farabi’nin Yunanlılardan aldığı sistem kendisinin ölümünden sonra da kök salmadı. Vakıa müellifler Farabi’ye hürmetle “Şeyh” ünvanını vererek onun  kitaplarından ilk bilgiler ve tarifler hususunda  istifade ettiler; fakat musikinin ameli tarafında yine eski bildikleri  yolu takip etmekten geri kalmadılar. Bu itibarla Farabi’ye  Yunan müellifleri veya sarihleri arasında  yer vermek mümkündür, lakin Arap musikisinin gözüyle bakmak doğru olmaz.”

Farabi’nin bu zahmeti tatbikatta hiçbir işe yaramamış olduğu için teknik tafsilat vermeme gerek yoktur.
————————–

Arapların musikiyi İranlılardan  aldıklarına kail olan İbni Haldun ve Corci Zeydan ile sair müelliflerin sözlerinde dikkati çeken bir nokta var. Bu zatlar sanki ne İslamiyetten  evvel, ne de sonra Araplar’la Türkler arasında hiçbir temas vuku bulmamış gibi bir tavır takınıyorlar. Halbuki cahiliyet devrinde bile Arap aleminde Türk isminin pek şayi olduğuna bakılırsa iki millet arasında temasın çok eski tarihlerden başladığı anlaşılır.

Cahiliyet devrini bir tarafa bırakalım, herhalde İslamiyetten sonra ve Emeviler zamanından itibaren Türkler ve Arapların muharebelerle, istilalarla, ihtidalarla –islam dinini kabul etmek- ihtilatlarla –birbirine karışmak-senelerce– hatta asırlarca- süren zorlu temaslarını unutamayız.

Musiki nedir bilmeyen Arapların Türkler gibi hemen her dokundukları muhite musiki aşılayan bir milletle kucak kucağa gelip de ondan hiçbir musiki tesiri almadıklarını düşünmek Arapların alım kabiliyetine karşı bir istihfaf –küçümsemek- olur.

Nitekim tetkikimize devam ettikçe Arapların musikiyi Türklerden aldıkları hakkında birçok delillere ve o arada Arap müelliflerinin şahadetlerine rastlayacağız.

Bununla beraber zarar yok, Araplar varsınlar musikiyi İranlılardan almış bulunsunlar. Acaba İranlılar onlara hangi musikiyi verebilirlerdi?

Kimse kendinde olmayanı başkasına veremez. İranlılardaki musiki ise, ilk iki makalemde kısaca anlattığım bu nedenle, bizden aldıkları musikiden başka bir şey değildi. O halde Araplara geçen  musiki de ancak bu olabilir.

Görülüyor ki konumuzu hangi tarafından ele alırsak alalım , varacağımız sonuç değişmemektedir.

Musiki sahasında karşılaştığımız garabetlerin  galiba sonu gelmeyecek!

Bakınız, size şaşılacak bir haber vereyim; Birinci  makalemde adı geçen ve Osmanlı padişahı ikinci Murad’ın emriyle Türkçe bir musiki kitabı yazmış olan Türk oğlu Türk Hıdır bin Abdullah ile gene  Osmanlı Padişahı Üçüncü Selim zamanında Tetkik ve Tahkik ve Tahririyye adlı iki musiki risalesi telif etmiş bulunan Türk oğlu Türk Abdülbaki Dede Türk musikisinden bahsediyoruz sanırlarken meğer acınacak derecede aldanıyorlarmış! Çünkü izah ettikleri musiki Arap musikisi imiş! Kendileri de Arap imişler!

Bize bu kıyamet alametini müjdeleyen zat yukarıda sözü geçen  Jules Rouanet’dir. Kitabının baş tarafında  Arap müelliflerini –evet yanlış okumuyorsunuz, Arap müelliflerini- sayarken  Türkçe, Arapça, Farsça ne kadar eser varsa hepsini Arap musikisine mahsus gösteriyor ve bütün yazıcıları Araplar arasına katıyor. Bu listede Farabi’nin, İbni Sina’nın, Abdülkadir’in, Ladikli Abdülhamid’in, Abdülkadir oğlu Şükrüllah’ın Arap müellifi diye takdim edilmesi bittabi unutulmamıştır.

Yabancı yazıcıların eline ve diline düşen biçare musikimizin şu halini görünce insan hakikat karşısında  ne diyeceğini unutan yazıcılara mı, ona buna peşkeş çekilen musikimize mi, her hakkı gasp ve inkar edilen milletimiz mi, yoksa çalınmış bir hediye ile taltif edilmek istenen Araplara mı acımak lazım geleceğinde  mütehayyır –şaşkın- kalıyor.

*********

Hazır Jules Rouanet ile iştigal ederken onun kitabını biraz daha elden bırakmayalım.

Bu zat Arapların, Avrupalılarla münasebette bulunmalarına ve yabancı idareler altında uzun müddet yaşamalarına rağmen armoni ve polifoniyi kabul etmeyip de musikiyi birli veya sekizli halinde kullanmalarının sebebini izah ederken  Renan’a hak veriyor.Renan demiş ki;

“Sami ırkın şuuru açıktır, fakat vüs’atsizdir -geniş değildir- ;birliği şaşılacak derecede kavrarsa da çokluğa akıl erdirmez.”

Sami ırkın müdafası bana düşmediği için Renan’ın ithamını tenkit ile uğraşacak değilim.Ancak Sami olmayan Türkler, İranlılar, Yunanlılar, Bulgarlar, Sırplar, Hindliler ve sair birçok milletlerin musikiyi hep tek sesli olarak kullandıklarını düşündüm ve sayın müşteşrik acaba bunu nasıl izah edebilir? Diye içimde bir ukde hasıl oldu.

Çapraşık sanat ve cemiyet hadiselerini atalar sözü biçiminde delilden soyulmuş cümleciklerle halle girişmek işte böyle daima muhataralıdır –tehlikeli-.

Armoni ve polifoninin bizim musikide şimdiye kadar yer bulamayışı meselesi başlı başına  incelenmeye  layık kocaman bir mevzu  teşkil eder. Onu da belki ileride tetkike vakit buluruz.

Gene Jules Rouanet eserinin mağrip –kuzey afrikanın batısı- musikisine  ait kısmında mağrıplıların  Nüba dedikleri  musiki faslı ile Türklerin musiki faslı arasındaki benzerlikten bahsederken  Mağrıplıların  Türklerden musiki parçaları aldıklarını ve bunlara Acemi diye ad koyduklarını söylüyor. Sonra Nuba’nın  muhtevi olduğu eserlerin Türk musikisindeki  fasıl tertibine, yani taksim, peşrev, kar, murabba (beste), nakış, ağır semai, şarkı, yürük semai, peşrev semaisi sırasına uygun olduğunu anlatıyor.

Şimdi şu ifadeden en tabii, hatta en zaruri  olarak hangi netice çıkabilir? Türk musikisinin Mağrıp musikisine  tesiri neticesi değil mi?

Hayır, müellif hem Mağrıplıların itirafına, hem de kendi müşahadesine arka çevirerek büsbütün başka bir netice çıkarıyor ve Endülüs’e kadar giren Suriye veya Arap sanatlarının yerli kültürle ve daha evvelden  gelmiş tesirlerle birleşerek inkişaf -gelişmesinde- etmesinde  Nuba’nın teşekkül ettiğini iddia ediyor.

Jules Rouenet’in böyle –zorla tersine döndürülmüş- bir muhakeme yapması herhalde, şayet Türk musikisinin tesirini kabul edecek olursa, fazla sevinçten belki başımıza bir felaket gelir, diye bizi esirgediği için değildir.

  Gerek bu muharrir, gerek ölü ve sağ birçok arkadaşları Türk’ün, Türklüğün, Türk medeniyetinin, Türk kültürünün kozmik şualar gibi en umulmadık yerlere kadar sokulan enerjisini –bilmezler diyemeyeceğim, fakat- bir türlü bilmek istemezler. Ve onların bu ihtiyari bilgisizlikleri adi bilgisizlikten daha az şereflidir.

Jules Rouanet fark etmemiş midir ki, yahut fark etmemelimiydi ki, Türk musikisine Bizanz’ı menşe gösterirken  yahut Suriye’ye müstakil bir musiki sahipliği payesini verirken, yahut da eğretiliği bütün alakadarların ittifakiyle sabit olmuş bir musikiyi Araplara mal ederken –daha ağır tabir kullanmayayım- yanılıyordu.

  Yanlış eğer bilinerek işlenirse, suça döner.

**********

Demin umulmadık yerlere sokulan Türk enerjisinden bahsediyordum. Musiki çerçevesinde kalmak şartıyla buna bir iki numune göstereyim:

Vaktiyle, acaba köşede bucakta Türk tesirinden uzak kalmış halis bir Arap musikisi veya bundan  bir kırıntı bulabilir miyim diye çok emek  sarfetmiştim. O sıralarda bir gün Şlöh memleketinin  neresi olduğu kitaptan anlaşılıyordu. Fas ülkesinin garp tarafındaki bütün cenup –güney-kısmı Şöhl imiş.

Biz Arap memleketi olmak üzere bundan daha Türklere uzak  yer bulumayacağımı zannederek telaşla kitabı okumaya başladım. Fakat daha ilk sahifelerde ne göreyim? Şlöh musikisiyle  danslarının yabancılar üzerinde  bıraktığı intibalar hikaye edilirken  Fransa’nın en tanınmış musiki yazıcılarından  Henry Prunieres’in Şlöh musikisi hakkındaki şu sözleri  iktibas –alıntı- olunmuş;

“Berberi ırkı nereden geliyor? Asya’nın göbeğinden mi? Bu şarkıları dinlerken, bu oyunculara ve bu çalgıcı kadınlara bakarken içinde tıpkı onlara benzer manzaralar görülen Türkistan’ı düşündüm. Bu iş fevkalade gariptir ve pek yakından tetkik edilmek lazımdır.”

Bu fıkrayı okuduktan sonra bilinmez devirlere, bilinmez yollardan  ta Fas’ın garbına kadar nüfuz etmiş olan Türk tesiri karşısında hayretten, hayranlıktan , hürmetten, adeta biraz da ürküntüden yapılmış bir duygu halitası kalbimi doldurdu. Aradığımı bulamadım ama bulduğum onu aratmadı.

Zannetmem ki okuyucularım arasında kendi ırklarının musikisini –hayalen dahi olsa- Atlas Denizi’ne kadar yayılmış farzetmeye cesaret edenler bulunmuş olsun! Lakin bakınız, hakikat hayalden ne kadar daha  inanılmaz işler görüyor.

Türk musikisinin nüfuz kuvvetine bir diğer örnek; 1932’de Kahire’de toplanan musiki kongresinde  Macarların en kıymetli modern bestekarından  Bela Bartok da iştirak etmişti.İki üç sene evvel  Ankara Halkevinde verdiği üç konferansın diline ve ruhuna nazaran biz Türklere pek de aşık görünmeyen  bu zat Kahire Kongresi’ndeki duygularını bir Alman musiki mecmuasında  anlatmıştır.Onun ifadesine göre, Kahire Kongresine gelmiş olan Irak çalgıcılarından  dinlediği musiki kendisine bir yandan Cezayir’in Celfa (Djelfa) cihetlerindeki Araplardan topladığı lahinleri, bir yandan da Maramures havalisindeki Rumenler arasında inceden inceye tetkik ettiği Ukraynalıların  Dumy lahinlerini hatırlatmış…

Bela Bartok bu münasebetle diyor ki;
“Ukrayna-Irak-Celfa: Bunlar bir üçgenin açılarıdır ki her biri diğer  ikisinden binlerce kilometre uzaktır. Biz burada çölleri, koca dağları, denizleri aşan şayanı dikkat bir tesirler zinciri tasavvur etmekteyiz. Maalesef zincirlerin yalnız başlangıç halkalarını biliyoruz; halbuki arahalkalarını da  araştırıp öğrenmek ne kadar mühim bir şey olurdu!”

Türklerden hiçbir kelime bile bahsetmeyen bu ibarenin içi hakikatte  baştanbaşa Türklerle doludur.

************

Gene Jules Rouanet’ye dönelim. Müellif Arap musikisini nazariyatını daha ziyade Farabi ve Safiyuddin gibi Türk alimlerin eserlerinden  tetkik etmiştir. Biz kitaplardaki ölü musiki nazariyeleriyle  şimdilik uğraşmak istemediğimiz için bu tafsilatı  geçebiliriz.

Ameli ve canlı Arap musikisine  gelince, Jules Rouanet ana ait malumatı en ziyade Kamil-el Hulai’nin  Kitab-ül-musiki –yiş-şarkisinden almıştır. Biz bu kitabı Fransızcaya tercüme edilen kesintilerden değil, Arapça aslından okuyarak Jules Rouanet’nin bir türlü eserine alamadığı mühim fıkraları da ortaya koymak isteriz. Şimdiden şunu söylemeyi borç bilirim ki Araplar arasındaki musikinin nazariyat ve ameliyatına  dair Arap dilinde yazılmış en etraflı eser olan bu kitabın muktedir müellifi, musikişinaslar içinde samimiyeti ile, sözünün özüne uygunluğuyla  hakikat severliği ile temayüz etmiş –sivrilmiş- bir simadır.

Onunla daha yakından tanışmak zevkini gelecek makaleme bırakıyorum.

Yorumlar
  1. Ömer Faruk Gültaşlı dedi ki:

    Arap Musıkisi ile ilgili olarak yazılanlar eksik ve yanlıştır. Arapların Türk musıki sistemini kullandıkları doğrudur ancak çok parlak Arap Musıki formları da vardır ; Muvaşşah , mavval , taktuka , kad-kudud , icraat makamiyye ve diğerleri. Dünya muski tarihinin efsanevi seslerinden Ümmü GÜLSÜM’ün Mısır’lı , icra tarzı ile Guiness rekorlar kitabına giren Sabah Fahri’nin Suriye’li , Ada Sahiller şarkısının bestecisi Wallada Bint El Müstekfi’nin Endülüs İşbiliyye ‘ li (Sevilla) , dahi müzisyen Nazım El Gazali’nin , Cemil Beşir’in Iraklı , Fransız müzik kültürünü etkileyen Dahman El Harrachi’nin Cezayirli , Avrupa müzik piyasasını sallayan Dalida’nın da Mısır’lı olduğunu unutmayalım… Ayrıca Ülkemiz’de nereye gidrsek Arap Müziğinin en kötü piyasa müziklerinin her yerde çalınmasını da her zaman yadırgamşımdır. Konu ile ilgili Sayın Murat ÖZYILDIRIM’ın ” 20.Yüzyıl Türk ve Arap Müziğinin Birlikteliği ” kitabını okumanızı öneririm. Saygılarımla.

    1. EKSD dedi ki:

      Sağolun Hocam ilginize teşekkür ederiz.Ancak Sadeddin Arel’in kitabından yararlandım.Düzeltilmesi gereken bilgiler varsa önerilerinize açığız.

    2. EKSD dedi ki:

      Faruk Hocam ilginize teşekkür ederiz, eksik olanları sizden tamamlamak isteriz.Bu makale Saadeddin Arel’in “Türk Musikisi Kimindir?” kitabından alınmıştır ve onun düşünceleridir.