Aruz I
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Hani birkaç yazıdır tanıtmaya çalıştığım –nisbeten az tanınmış- şair dostlarımın şiirleri münasebetiyle ‘aruz’ sözü geçmişti ya sık sık. Bari konu açılmışken bu terimi biraz açıklayayım dedim; okulda öğrenip de unutmuş olanların hafızasını tazelemek, hiç okumamış olanları da bilebildğim kadarıyla bilgilendirmek amacıyla. En kısa tarifiyle, ‘parmak hesabı’ da denen hece vezni gibi, ‘şiirimizde kullanılan ölçü kalıpları’dır aruz ve şiir meraklıları için sadece eğlendirici-dinlendirici değil, klâsik şiirin zevkine tam olarak varılabilmesi için, iyi bilinmesi gereken bir konudur. Aruz bilinmeden şiirlerin doğru okunması mümkün olmadığı gibi, güzel Türkçe konuşmanın da şartlarından biridir aruz bilgisi.
Hemen bir misal verelim:
Mest olup altın şarabın zevkinde,
Elde bir kırmızı kâseyle ufuktan çekilen,
Nice yüzbin senedir şarkın ışık mimârı,
Böyle mâmûr eder ettikçe hayâl Üsküdar’ı.
Yahya Kemal’in ‘Hayâl Şehir’inde geçen bu mısraları okurken, birçok kişinin (sunucular dahil), şiirde kullanılan Feilâtün ve Feilün tef’ileri gereği gereği (bunların ne olduğunu daha sonra anlatacağım) kısa okunması gereken ‘şarâbın’ ve ‘Üsküdâr’ı diye uzatarak okuduklarını irkilerek duymuşumduri Bu tür hatâlar, aruzla yazılmış şiirleri sıfır aruz bilgisiyle okumakta mahzur görmemenin sonucudur.’Aman canım, kim anlar?’ düşüncesi ise, ana dili dahi unutturulmuş adamsendeci bir toplum haline gelmemizin başlıca sebebidir. Ve bunda; ‘Hocam, bize Fuzuli’den bir şeyler öğretir misiniz? Diye soran öğrencilerine, ‘Aman çocuklar, adam işe yarar birisi olsaydı, adını fuzuli koyarlar mıydı?’ cevabını veren lise edebiyat öğretmenlerini yetiştiren milli eğitimimizi çok ağır vebâli, hattâ ihaneti vardır. Zavallı öğretmenin, ‘Fuzuli’inin isim değil, mahlâs (takma ad) olduğundan, bunun da fazilet’le ilgisi dışında, şairin mürşidi olan Fazlullah Hz.nin adından alınmış olduğundan haberi bile yok!.. Daha önce de söylemişsem, tekrarı mazur görün; krallık veya imparatorluktan cumhuriyete geçmiş devletlerin hiçbiri, Shakespeare’lerini Corneille’lerini, Petrarca’larını, Cervantes’lerini, Dostoyevski’lerini, bizim yaptığımız gibi, ‘Artık biz çağdaş olduk, yeni kültürümüzde bunların yeri yok’ diyerek kaldırıp çöpe atmamıştır.
Bir başka yanlış da, Mevlana anma töreni tutkunlarının ‘Şeb-i Aruz’ yanlışıdır. Hz.Mevlana’nın, ölüm gününü, Yaratanına kavuşma anlamında ‘şeb-i arûs’ (düğün gecesi) olarak adlandırdığı ‘arûs’un Arapçada ‘gelin’ veya ‘gerdek gecesi’ anlamına geldiğini bilmemekten kaynaklanan bu yanlış, bir öncekine göre son derece masumdur. Ama hiç masum olmayan bir başka büyük hatâ, Aruz’un eski şiirimize ait bir unsur, dolayısıyla Osmanlıca gibi karmaşık ve anlaşılmaz(?) olduğu şartlandırılmasıdır. Bu gülünç iddia gençlerimizin eski kültürümüzden soğutulmasında büyük başarıyla kullanılmıştır. Şimdi gelin, bu gülünç iddiayı aruzla yazılmış yeni bir şiirle hemen çürütüverelim:
Sen tende canımmış gibi nabzımda vurursun,
Yoklukta umutsun bana, varlıkta gurursun..
Bir başka güzel özlemi gönlümde belirse,
Bir başka güzelmiş gibi karşımda durursun
(G.F.Tüzün)
Bu tatlı aşk şiirinin aruzla yazılmış olduğunu kime söyleseniz inanmaz. Bu arada ‘Hem aruz, hem de bugünkü dil; aslâ olmaz!’ diye direnenler de çıkar. Onlara göre bugünün şiiri, üç cümleden üç cümleden ikisi mutlaka devrik (yani baş aşağı) ve benim ‘saptam-suptam’ dediğim ‘saptama’lı, ‘koşul’lu, ‘olanak’lı, ‘gereksinim’li Marksist Türkçeyle yazılmış olmalarıdır. Zavallı gençlerimiz eski yazılı bir metin veya cümle gördüklerinde nasıl hemen ‘Arapça!’ demeye şartlandırılmışlarsa, aruz denince de akıllarına hep Osmanlıca gelecek şekilde yetiştirilmişlerdir. 9 yıl önce ABD’de böbrek ameliyatı olduğum sırada hastanede ziyaretime gelen bir genç, yaşlı dostlarımdan birine eski yazıyla mektup yazdığımı görünce, ‘Hocam, Arapça da mı biliyorsunuz?’ diye sormuş, ‘Hayır evladım, bu Arapça değil, Türkçe!’ cevabına karşılık, ‘Hocam nasıl Türkçe olur, bu resmen Arapça!’ diye ısrar edince, zavallı çocuğu ‘Senin adın Mustafa, Mustafa da Arap ismi, sen Arap mısın?’ diye paylamak zorunda kaldığımı içim burkularak hatırlıyorum. Belki o gün dersten sonra Türk Mustafa ile Arap Mustafa arasındaki dağlar kadar farkı gözünün önüne getirip, Arapça da, Farsça da olmayan (bu yüzden ne Arabın, ne Acemin okuyabileceği) eski Türkçe yazımızla Arapça arasında –bazı harf ve kelimeler dışında- hiçbir benzerlik kurulamayacağını düşünmeye başlamıştır evlâtçık… (28 Aralık 1998)
Henüz yorum yapılmamış.