Batıyı Anlamak IX
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Avusturyalı baba, 14 yaşındaki kızının gece birlikte yatmak üzere eve getirdiği 21 yaşındaki zenci sevgilisini döverek evden attığı için, mahkemece “kızının seksüel gelişme özgürlüğünü engellediği” gerekçesiyle, para cezasına çevrilen hapisle cezalandırılmış ve derhal polis eşliğinde çocuk eğitimi özel okuluna gönderilmiştir. 200 yıldır özendiğimiz, şimdi de aile topluluğuna dahil olup ekonomik gelini olmaya çalıştığımız Batı işte budur. 18 yaşına geldiği halde bakire olan bir genç kızın aile fertleri arasında dahi alay konusu olduğu iffetsiz bir makine medeniyetini bütün müesseseleriyle model olarak kabul etmenin –hatta bazı süfli konularda ötesine bile geçmenin- faturasını, Türkiye çok ağır ödemiştir, ödemektedir, daha da ödeyecektir. Çünkü bozmak kolay bir toplumu düzeltmek hemen hemen imkansızdır. “Yau gardaş, fiyatlar eyle başını almış gediyor ki, daha geçen hafta 500 milyara bi arsa aldıh, aha bugün 700 milyar veriyolaa…” diye umumi yerde yüksek sesle caka satan hesapsız tüketim görgüsüzlüğünü bir tarafa bırakalım. Sadece çocuklarımızın defterlerini alıp yazılarına bir göz gezdirelim. Bakalım rahat okuyabiliyor muyuz? Topu topu 29 harfin ne hiyerogliflere döndüğüne şaşırıp kalmıyorsanız, doktor yazısı çözmeğe çok alışık bir eczacı gözünüz var demektir. Ve bu, sadece ortaokul ve lise hocalarının değil, hergün yüzlerce kağıt okumak durumunda olan üniversite hocalarının da (tabii aldıranların) en büyük yarasıdır. Peki ne olacak? Lise ve üniversite öğrencilerine yeniden güzel A,B,C yazmasını mı öğretmeye başlayacağız? Bunlar, bu bozuk yolda giden otobüste yazılmışa benzeyen kargacık-burgacık yazıların sahibi gençler, Picasso’ya ilk defa gördüğü eski yazılı bir levha karşısında “Bu yazıyı daha önce tanımış olsaydım, soyut resme hiç başlamazdım” dedirten, dünyaya “ resim yazı”yı öğretmiş bir milletin çocukları mıdır?
Bu, yazının güzelliği; yani işin yine de lüks veya fantezi sayılabilecek tarafı. Peki , ya dilbilgisi, ya ifade, ya fikir? Noktadan sonra küçük harfle devam eden mi istersiniz, Türk’ü küçük harfle yazan mı? “İlk atalarımız Hunlar ne zaman yaşadı?” dediğinizde yüzünüze aval aval bakan koca bir sınıf mı istersiniz, eserlerine tahakkuk ettirilen telif hakkını gelip alması için Reşat Nuri Güntekin’in ev adresini arayan Bakanlık memurları mı? Ama zaten başka türlü bir sonuç bekleyebilir miydik acaba? “Dahi” anlamındaki de-da’ların, soru mi-mu’larının ayrı yazılması gerektiği, öğretmenin umrunda değilse, kabahat öğrencinin mi olur? Önünde geçtiğim lisenin kapısında bir levha: “Okuma-yazma seferberliğine sende katıl” (“sen de” değil). TBMM’nin açtığı yarışmanın kocaman bez ilanında “milli” kelimesi “mil-siz”in tersi olan milli diye yazılı. Kapatılmış Dil Kurumunun uzatma işaretlerini kadırdığını söyler çevrenizdeki herkes; ama vazgeçip yeniden koyduğunu bilen çıkmaz karşınıza (meraklısının dikkatine; TDK yay. No.309, 9.baskı, Ank.1977). Üniversite hocalığı yıllarımda, derste tartışma heveslisi bir kız öğrenciyi tahtaya kaldırıp “Bu yıl karımı sizinle paylaşmak istiyorum” cümlesini yazmasını istemiştim. İnceltme işaretlerinin kaldırıldığını savunan kız “karımı” yazar yazmaz bütün sınıf kahkahaya boğulmuş, kızcağızım kıpkırmızı olmuştu. Gördünüz mü bozmanın ne kolay, düzeltmenin nasıl zor olduğunu?
Kendilerine öğretilmediği –veya gereken önem verilip iyi öğretilmediği- için, koca üniversite öğrencisi sıfat’la zarf’ın farkını bilmiyorsa, bu millet, birliğinin en güçlü bağı olan diliyle nasıl güzel yazar, nasıl güzel konuşur? Birbiriyle zengin sözlüklü, seviyeli bir uslup içinde nasıl anlaşır? Sözlüğünden önce musikisinin ırzına geçilmiş bu bağlam-lı-saptam-lı Karagözceyle ilmi ve ebedi eserleri nasıl verir? Bülbül gibi İngilizce şakısak bile, bu maharetimiz, kendimizden gittikçe artan bir hızla uzaklaşmamıza, bütün güzelliklerimize yabancılaşmamıza engel olabilir mi? Bazıları amacın da zaten Türkleri, Filipinliler gibi, birbiriyle İngilizce konuşan bir millet haline getirmek olduğu görüşündeler. Baksanıza, elini midesine koyup “Yurağım ağriy tohtur beg” diyen köylü hastasıyla İngilizce anlaşacak doktorları yarattık bile. “Alış-veriş Merkezi” söz bir yerimize bir şey batırmış gibi, “Shopping Center”lardan geçilmiyor. Acık daha gayret edip, birbirleriyle “Nasılsın, canım?” anlamına Fransarapça “Comment vas-tu, habibi?” diye konuşan Faslılarla Cezayirliler gibi, bakkal-manav-dönerciyle de İngilizce konuşabilsek, belki bizi topluluklarına bile alabilirler. Ne dersiniz? Why not yani, di mi? Ta 1948’de şu kıt’ayı söyleyen Neyzen Tevfik, iyi ki bugünleri görmemiş:
Çürüdü memleketin içyüzü çöktükçe temel
Şimdilik harice karşı yerimiz olsa dahi
Yüzümüz yok bakacak kabrine ecdadımızın
Tükürür zannederim çehremize tarihi!
(26 Ağustos 1995)
Henüz yorum yapılmamış.