Batıyı Anlamak VII
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Bilinir ki yeşil yağmuru, yağmur yeşili çoğaltır. Peki, nedir bu gerçeğin gizlediği hikmet? Alemleri yaratanın, ‘Siz çevrenize ne kadar güzel bakarsanız, benim de size rahmetim o kadar artar’ uyarısı değil midir acaba? Dünyada yağmurun ikinci adının ‘rahmet’ olduğu, Türkçeden başka bir dil var mı, bilmiyorum (benim bildiklerim arasında yok). Tabiatın, güneşe olduğu kadar ihtiyaç duyduğu yağmura basit bir meteoroloji olayı olarak değil, bir rahmet tezahürü olarak bakmak, herhalde Müslüman Türkün tertemiz imanının, muhteşem diline bir armağan olsa gerektir (tabii rahmetin ne olduğunu bilen ve buna inananlar için). Yerleşme bölgelerindeki yeşil alanları çoğaltmak, böylece hem daha fazla yağmur almak, hem de şehirler ‘nefes’ aldırmak şöyle dursun, ormanlarını yakmakta mahzur görmeyen –hatta bundan vahşi bir zevk alan- insanların bulunduğu bir ülkenin, hep daha az rahmete layık olmasından daha tabii ne olabilir? Şimdi gelelim bütün bunların müzikle ilgisine:
Ülkeleri uzun vadede güçlü kılan ekonomik üstünlükleri değil, kültürleridir (uzak-doğu medeniyetlerini düşününüz). Bir kültürün ise dili dininden, müziği yemeğinden, örf ve adetleri insan karakterinden ayrı düşünülemez. Hepsi bayrağın dokunduğu kumaşın ipliği, boyası, tezgahı, ilmeğidir; birini keserseniz tümü sökülür. Ebeveynini inkar eden çocuklar nasıl iflah olmaz ve kendi çocuklarından da aynı muameleyi görmeğe mahkum olurlarsa, milli kültür ve geleneklerine sırt çeviren, onları hakir gören toplumlar da asla bellerini doğrultamazlar. Dünyanın sonu da gelse, bu kural değişmez. Bursa’da Yeşil külliyesine çıkarken bastığımız mermer basamakların, sökülüp ters çevrilmiş mezar taşları olduğunu biliyor muydunuz? M.S.Ü’deki mimarlık eğitimim sırasında sanat tarihi hocamız olmuş olan merhum Rıfkı M.Meriç, Topkapı Sarayı kalorifer dairesinde eski yazılı kitapların yakıt olarak kullanıldığını gözleriyle gördüğünü, mavi gözlerinden süzülen yaşların daha da boğuklaştırdığı incecik sesiyle anlattığı gün, bütün sınıf donakalmıştık. Aslında kitap yakmak –akıl hastalarını diri diri yakmak gibi- 16. yy. Avrupasının adetiydi. Bizse, okul kitaplarımızda yanlış olarak Gutenberg diye öğretilse de, dünyanın ilk kitabını ta Uygurlar zamanında basan, Amasya Şifahanesinde tarihin ilk prostat ameliyatını yapan, daha 1488’de Edirne Üniversite hastanesinde akıl hastalarını kuş etleri, çiçek kokuları ve müzik icrasıyla tedavi eden bir medeniyetin çocuklarıydık. Ama ne çare? 1963 Türkiye’sinde Ekrem Zeki Ün diye bir sözde müzisyen, ‘Liselerde Müzik’ kitabında Türk çocuğuna kendi müziğini ‘insanda ucuz hazlar uyandıran, geri kalmışlığımızın sebebi, basit ve iniltili bir müzik’ diye tanıtıyor (s. 132), Talim-Terbiye’miz de bunu gözü kapalı onaylıyordu. Şu halde, ellerinden bütün mukaddesleri alınmış, aslan gibi yağız delikanlılarımızın, rüzgarın önünde oraya buraya savrulan kuru yaprak misali, ellerine tutuşturulan kalaşnikoflarla –ormanda sapanla kuş vurur gibi birbirlerini öldürmesinden hangi yüzle yakınabilirdik ki?. Acısı geçti, ama yüreklerimizdeki yara izi hala apaçık. ‘Bıldır-yediğin …lar şimdi …tün tırmalar’ diye bir Anadolu tabiri vardır. Ne ‘provokasyon’u beyler? Biz sadece ve sadece ektiğimizi biçiyoruz. Hepsi bu.
Batıya özenmek kolaydır. İkinci derecede ataşelik memuruna 5000 dolar maaş vermek kolaydır. Dil bilmeyen temsilciyi yurtdışına konferansa katılmaya göndermek kolaydır. TV’de hep ya şiddet, ya seks filmi gösterip gençleri hep daha gergin ve arsız hale getirmek de kolaydır, düşündürmek yerine gitgide daha bayağı seviyelerde eğlendirmeyi tercih etmek de. Ama özendiğimiz Batının, yeşiline, çevresine, sağlığına, insan haysiyetine ve milli kültürüne nasıl tavizsiz bir ihtimamla sarıldığını (ve bütün bunların yanı sıra hala ne büyük kusurlarla malul bulunduğunu) öğrenemezsek; smokini-papyonu, telefonlu BMW’si, kotrası, belki Cote d’Azur’de villasıyla İsviçre’de bir dağ evi bile olan, ama yüzü (yani kimliği), bu yüzden de itibarı olmayan insanlar olarak daha çook dolaşırız ortalarda.. Dünyanın bütün ülkelerinin yemeklerini kendi adlarıyla sergiledikleri ABD’de, Türk lokantaları ‘Türk Lokantası’ olarak değil, ‘Ortadoğu Yemekleri’ diye tabela asabilmektedirler. (15 Temmuz 1995)
Henüz yorum yapılmamış.