Batıyı Anlamak VIII
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Geçen gün bindiğim taksinin şoförü anlattı. Arabasına aldığı turist demiş ki: “Kemeri bana taktırıyorsun da sen niye takmıyorsun?” O da, “ Sen beni silahı dayayıp kaçırmak istersen, ellerim serbest olsun diye” cevabını verince turist basmış kahkahayı. Ve hemen arkasından, arkada oturan arkadaşlarına dönüp yorumunu yapıştırmış: “Tipik Türk mantığı”. Ülkelerin medenilik seviyesi, lüks otelleriyle kumarhanelerinin sayısından, vapurda cep telefonundan sevgilisiyle konuşanlarla, gitar-piyano-bale dersi alan ağzı sigaralı zengin kızlarının çokluğundan değil; insanların nasıl araba kullandığından, trafik polislerinin özel arabalara nasıl, ticari arabalara nasıl muamele ettiğinden, bozuk egzostundan çıkardığı pis mazot dumanıyla şehri zehirleyen minibüslere ne yapılabildiğinden, yola tükürmenin –sümkürmenin- işemenin, araba camından kül tablası boşaltmanın, baş çevirip geçme ötesinde bir müeyyidesi olup olmadığından, yolların ve yol kenarlarının, ara sokakların, çocuk bahçelerinin, umumi ve hastane tuvaletlerinin ne derece temiz ve düzenli olduğundan anlaşılır. Mesela, yol kenarındaki en ufak bir su birikintisinde insanların önce ineklerini, sonra çamaşırlarını, sonra da kendilerini yıkayıp, üstlerindeki kirli sular aka aka yola devam ettiği Hindistan’da, hangi yaş ve sosyal statüde olursa olsun, arabalıların en büyük zevki, daha kontağı açar açmaz ilk iş olarak “Caaart!” diye uzun bir korna çalmaktır (tıpkı ilk defa bindiği sünnet hediyesi bisikletinin zilini “Zırın zırın !” diye çalmaktan zevk alan çocuklar gibi). Bizde sokağın pis suyunda inek ve çamaşır yıkama adeti yok, ama onun yerine sokakta araba yıkama adeti var. Ayrıca bir adetimiz daha var ki, dünyada başka hangi ülkede vardır, bilmiyorum. Devlet Opera-Bale-Tiyatrosu, Konservatuar ve Konser Salonu ile özenilen Batı kültürünün kalesi olan Ankara’da Çankaya’dan inen ve halk deyimiyle “bilmem kim” geçeceği zaman trafiğe kapatılan (böylece otobüs vd. araçlardaki yüzlerce insanın uzun süreler güneş altında pişirildiği) bir protokol yolu ve bir Kızılay Meydanı vardır. Daha yol, rögar ve kanalizasyon nedir öğrenemediğimiz için, şu anda metro çalışmalarının yapıldığı bu Kızılay Meydanı protokol yolundan süzülen şiddetlice bir yağmurda sularla dolar, ayakkabısını çorabını paçalarını sıvayan insanlar, insaniyet namına, karşıdan karşıya parayla insan geçirilerdi. Turist de elinde kamera ülkesine dönünce Türkiye seyahatini eşine dostuna gösterip hoşça vakit geçirmek amacıyla (başka bir kötü niyetle değil!)i bu çağdaş görüntüleri filme alırdı. Akşam da belki operaya gider, ülkemizin “çağdaş uygarlık düzeyi”nde ulaştığı yeri hayranlıkla seyrederlerdi. Bir-iki saatlik bir yağmurun şehir hayatını felç etmesi onun meselesi değil ki! Ayrıca, onun meselesi olmayan, bizim ülkemizin yol vd. şartlarına göre yağmasını bilmeyen yağmur mu acaba?..
İcad edeni biz olmadığımız için kullanmasını da beceremediğimiz otomobil gibi, Batıdan hazır elbise olarak ithal ettiğimiz kontrolsüz demokrasi şahsi özgürlük anlayışımızı öyle olumsuz etkilemiştir ki, üstünüzdeki komşu “gece 12’ye kadar hakkım var” diye sonuna kadar açtığı TV’siyle (hele maç varsa) tepenizde boza pişirmeyi.. hangi saatte olursa olsun matkapla duvar delmeyi.. çocuklarına parti verip alt ve üstündekileri hiç düşünmeden döşemeleri titretmeyi.. yandaki motelin orgçusu gecenin 2’sine kadar hoparlöründen böğürüp sizi uyutmamayı.. özel arabasına tek başına kurulup yoğun trafik konvoyunda rahatça sigara tüttürmeyi, vazgeçilmez ve tartışılmaz bir “insan hakkı” olarak görür. Oysa… Siyasi rejimlerini özenerek kopya ettiğimiz medeni ülkelerde, insan hakkı denen şey de, demokrasi de hiç öyle sandığımız kadar sınırsız değildir. Siz Amerika’da, mesela, eğer arabanızda tek başınıza iseniz, belli trafik yoğunluğundaki yollara –ne kadar zengin ve forslu olursanız olun- kesinlikle girmeyeceğinizi bilir miydiniz? “En az 2 veya daha fazla yolcusu olan otolar girebilir” levhasını ABD gibi bir ülkede görseniz, insan hakları ve demokratik özgürlükler konusundaki düşünceleriniz acaba ne hale gelirdi? “Burası Rusya mı?” diye düşünürsünüz, ama gerçek öyle değil.
Her ülkenin insanının rahat ve huzur içinde mümkün olduğunca stressiz yaşamasını sağlamak amacıyla getirdiği birtakım ölçüler, kurallar, sınırlamalar vardır. Çoğunluğun huzuru söz konusu olunca, kişinin keyfi de, demokratik özgürlüğü de kaale alınmaz. Bu trafikte böyledir, gürültüde böyledir, sigarada böyledir.. Geri kalmış ülkeler de birgün herhalde anlayacaklardır ki (tabii haritadan silinmek istemiyorlarsa –sonuçta bu da bir “demokratik seçim”dir), tatlıcıdan markla baklava alıp taksiciye dolar vermekle, başka ülkelerin kendi şart ve yapılarına göre geliştirdikleri siyasi sistem ve sosyal kurumları kopya etmekle onlar gibi olunmaz. Sadece “düzen ve kural saygısı” denen vatanseverlik kültürü başladığı zaman, çağdaşlığa doğru bir adım atılması söz konusu olur belki.. Hangi konuyu ele alırsanız alın, pisliğin, ilkelliğin, yüzsüzlüğün ve görgüsüzlüğün paçalardan aktığı bir ülkede yaşıyorsanız, size sadece hala bu şartlara dayanmak inadını veya aldırmazlığını gösterdiğiz için, insanüstü bir yaratık gözüyle bakarlar. AT’ye gireceğiniz ve oraya girince bütün hastalıklarınızın düzeleceğine inanıyorsanız, o zaman size ya gülerler, ya ağlarlar. (12 Ağustos 1995)
Henüz yorum yapılmamış.