Batıyı Anlamak X
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Bir süredir bu başlık altında sizlere –tanıyabildiğim kadar- meziyet ve kusurlarıyla Batıyı anlatmaya çalıştım. Bu arada ister-istemez kendi durumumuzla kıyaslamalar yapıp, ilgilileri veya ilgilenenleri düşündürmek istedim. Bu sütunun başlığı “Biraz da Müzik” olduğu halde, müzikle bazen tamamen ilgisiz görülen toplum meselelerine girdiğimi ve bunu neden yaptığımı da herhalde fark etmişsinizdir. Müzik, resim-heykel-grafik-tiyatro ve sinema gibi toplumdan ve onun özelliklerinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan bir üstyapı bir üstyapı kültür kurumudur. Kaba bir benzetmeyle, domuz etli sosis-bira-patatesle beslenen Alman’a Hicaz makamında “Enginde yavaş yavaş günün minesi soldu” şarkısı ne kadar ne kadar uzaksa, lokantada çorba, kuru fasulye, lahmacun ve ayranla beslenen benim insanıma da bir Bach kantatı o kadar uzaktır. “Batıyı anlamak” dizisinde, 200 yıldır Batının ne olup ne olmadığını hiç anlamadan (balo, smokin, papyon; piyano,fular, fayton; disko, makyaj, blucin zannedip), bir toplumu kültüründen, geleneklerinden, edebinden kopmuş elbiseli maymunlar yığını haline getirmeğe çalışan bir zihniyetin, en fazla nereye varabileceğini göstermeğe çalıştım. Amacım şikayet, aşağılama, küçümseme değil, sadece tesbitti. Kısaca, dünyaya-hayata-insana görmeden (yani beyni kullanmadan) bakanlarla, geçmiş ve gelecekle birlikte düşünerek bakanlar arasındaki farka dikkat çekmek. Sadece bu kadar.
Çapa Kız Muallim Mektebinin ilk mezunlarından olan küçük halam (Kadıköy Gazi İlkokulunun 40 yıllık Dürrüsemin öğretmeni), çocukken kendisine öğretilen:
Aujourd’hui annem sordu: “Es-tu contente mektebinden?
İlk reponse’um şu oldu: “Je ne sais pas”,yani “Bilmem”..
Veya:
Aşk “amour”dur, “fer” demirdir, “air” hava,
Azizim “mon cher” demektir, “bonjour” ise merhaba!
gibi yarı Türkçe, yarı Fransızca (üstelik aruz vezinli) şiirleri bana gülerek okurken (nur içinde yatsın), dikkatim bir anda dağılır, bu melez dilin, bir toplumun dil ve kültürünü soysuzlaştırmak için ne dahiyane bir buluş olduğunu düşünmeye koyulurdum. Yıllar sonra, yarısı Arapça, yarısı Fransızca kelimelerle konuşan Faslıları, Cezayirlileri, Tunusluları görünce, bizim papyonlu, ‘monokl’ (tek camlı gözlük)lü, süs bastonlu ‘monşer’lerin, yalnız bize değil, öbür geri ülkelere de uzun süredir aşılanan emperyalist kültür mikroplarının meyvesi olduğunu anlayacaktım. TV’de bir futbolcu Feti’dir gidiyor, fark etmişsinizdir; oysa Türkçede böyle bir isim yoktur, FETHİ vardır! Ama arkadaş Mr.Fetty adlı bir İngiliz futbolcu ise, belki adının Türkçe okunuşunu yazıyorlardır. Bu durumda Suphi’ler Supi, Cevdet’ler Cevi, Şevket’ler Şevi olacak demektir. Bir de bunları Suppy, Jevy, Shevy diye yazarsak, AT’a girdik demektir!..
Türkiye’de son yıllarda görülen ve bazı yerli/yabancı çevrelerce ‘son derece tehlikeli’ olarak yorumlanan sosyo-kültürel nitelikli hareketler, “Bıldır yediğin …lar şimdi …tün tırmalar” halk deyiminin de hatırlattığı gibi, sadece ve sadece ekilenin biçilmesidir. Soğan eken karpuz biçemez. 1971 Anayasası nasıl tepeden inen bir tepki anayasası idiyse, bazı partilerin oylarında görülen ‘korkutucu’ artış da tabandan gelen bir halk tepkisinin işaretidir. Türkiye’nin bugünkü tablosunun zemini ta 1926’da Maarif Vekili M.Necati tarafından okullarda din eğitiminin –Türk musikisiyle birlikte- yasaklanmasıyla, 1934’te İlahiyat Fakültesinin kapatılıp Radyodan Türk musikisi yayınlarının kaldırılmasıyla atılmıştır. Bu sebep-netice münasebetleriyle paralellikleri görememek için kör değil, şuursuz olmak lazımdır. İ.İnönü zamanında evlerinde Kur’an bulunduran ve Cuma namazına giden memurlara ne muamele edildiğini babam anlatmıştı. 1950’den bugüne kadar büyüyerek gelişen (yarınlarda daha da gelişecek olan) halk hareketleri; din müessesesine “devlet tarafından sahip çıkılması gereken bir manevi eğitim kurumu” olarak değil; bir düşman, bir umacı, bir geri kalmışlık sebebi, Marx ve Engels gibi ‘halkın afyonu’ gözüyle bakılıp çarpık laiklik anlayışıyla ortadan kaldırılmak, mücadele edilmek, hakir görülmek veya en azından eğitimsiz ellere terk edilmek istenmesinin (aynen musikide olduğu gibi) tabii sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu sonuca göre, iktidara doğru yürüyen siyasi kuruluş başkanlarının, bunu hiç aklına getirmemiş olan bir ‘Şef’in kabrini hergün ziyaret edip orkideler koymaları, konuyu bir kabus olarak gören eski koalisyon ortaklarının de günde beş vakit halini-hatırını sorarak şükran borçlarını kısmen dahi olsa ödemeleri bir vecibe-i mehibedir. Neyse, bırakalım. Siyaset bu sütunun konusu değil… (9 Eylül 1995)
Henüz yorum yapılmamış.