Beslenme Üzerine V
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Geçen yazının sonunda, sağlığa zarar vermeyecek beslenme usullerinden örnekler vererek bu sohbeti bitireceğimi vaat etmiştim. Bakınız mesela, unla koyulaştırılmış et suyuna çorba yerine, unsuz taze sebze çorbası içemez miyiz? Sebze yemeklerimizi imanına kadar pişirip gıdasız posa haline getirmek yerine, rengini de, vitaminlerini de kaybettirmeden çok az pişirip, tabii zeytinyağı ilavesiyle çok hafif ve sağlıklı yemekler yapamaz mıyız? Bütün lezzetine rağmen sakatattan ve derin yağda yağda yapılmış kızartmalardan vazgeçip sebzeyi çok az yağda iki-üç dakika çevirip çıkaramaz mıyız? Peynirden ete sonsuz uygulama alanı olan Soya mucizesini sağlıklı beslenme sanayine sokamaz mıyız? İngilizcede ‘shelf food’ (raf yiyeceği) denen ve mağaza rafında uzun süre dayanması için mutlaka kanserojen kimyevi koruyucularla hazırlanan konserve yiyecekleri unutup, tabii taze besinlere ağırlık veremez miyiz?.. Alışkanlıklarımıza ters olduğun için önceleri zor gelecek olan bu beslenme tarzı bizi, ceketlerimizin iliklenmesini engelleyen göbeklerimizden, daha da önemlisi luzumsuz yağ birikimlerimizle çalışmayan barsaklarımızdan, sonuç olarak birçok hastalıktan kurtaracaktır.
Kabuğu koyu renkli olan yumurta, döllenmiş (civciv çıkarmaya müsait) olduğu için, normal beyaz yumurtadan çok daha yüksek proteinli bir besleyicidir. Ancak, tavukçulukta kullanılması her yerde bulunmamasına yol açtığından, halkımız –aradaki farkı da bilmediğinden- beyaz yumurtaya alıştırılmıştır. Tavuklar binlerce yıldır tabii şekilde beslendikleri bahçelerde değil, artık maalesef çocuklarımız gibi beton zeminlerde ve iri görünsünler diye de hormon verilerek yetiştirilmektedir. Ve bu adet te bize, diğer pek çok kötü adet gibi Batıdan gelmiştir; aynen, sun’i usullerle beyazlaştırılmış francola, vd. unlu mamuller gibi. Amerikalının sandwich’i, hot dog’ı, microwave’i, coca-cola’yı, mc.donalds’ı, Kentucky fried chicken’i (motor yağında tavuk budu) icad etmiş olması, kendi mutfağı olmamasından, yemekten (hele sağlıklı olanından) hiç anlamamasındandır. Evinde mutfak tezgahı var, ama mutfağı yoktur (çalışmaktan yemek pişirmeye vakit yok ki garibin!). İşte ‘Health Food Store’ (sağlıklı gıda mağazaları) zincirini kurmak zorunda kalışı bu yüzden, yanlış beslenme yüzünden artan hastalıkları yiyecekleri düzelterek azaltma ihtiyacını duymaya başlaması bu yüzdendir. Sigara içen vatandaşlarına ikinci sınıf insan muamelesi yapma kararını alması da bundan. Biz resmi dairelerde şimdilik sadece duvar süsü levhalarla da olsa,bu tutumu hemen kopya ettik (çok tipik bir özelliğimizdir). İnşallah birgün doğru beslenme ilkelerini de benimser ve bunu okullarımızdan başlatmak üzere hastalarımızın sayısını azaltmayı düşünebilecek seviyeye de geliriz. İktidarlara göre değişmeyen şuurlu ve sürekli bir eğitimle, beslenme konusundaki doğruların da çoğunlukla benimsenmesi biraz zaman alabilir, ama ciddi şekilde niyet ve ısrar edilirse imkansız olmakta çıkar.
‘Alıştığımız lezzetli yiyeceklerle hastalıklı, mide yanmalı, kabız (ve neşesiz-ekşi yüzlü) kısa bir ömür mü, yoksa elden geldiğince tabii beslenme ile sağlıklı, uzun bir ömür mü?’ sorusuna çoğunluk –korkarım- ‘Birincisi’ diye cevap verecektir (bütün özgürlüklerin kaldırıldığı ülkelerde dahi sağlıksız yaşayıp genç ölme özgürlüğü vardır). Ama vücutlarımızın da –herşeyimiz gibi- kendi malımız değil, Allahın bize bir emaneti olduğunu; dünyaya sadece yiyip içip keyfetmeye değil, emanetini güzel kullanarak ülkemize ve insanlığa sağlık içinde çok uzun süre hizmet etmek için gönderildiğimizi düşünürsek,bu amacı sağlayacak şekilde yaşamak ve beslenmek zorunda olduğumuzu da kabul edebiliriz. Tıpkı 110 yaşında olup hala günde 4 saat hasta tedavi eden (hizmeti devam ettiği için de cereyanı kesilmeyen) Bhante gibi. Dinimizdeki namazla orucun sebep ve gayelerinden biri de bu değil midir? Dünya misafirliğinin en büyük devleti olan ‘bir nefes sıhhat’ içinde yaşamamız ve şu doğru beslenme işin biraz düşünmemiz temennisiyle… (11 Temmuz 1998)
Henüz yorum yapılmamış.