Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Bölüm VI

10.09.2017
2.342
Bölüm VI
Bölüm VI

Sadeddin Arel’in “Türk Musikisi Kimindir” kitabından alıntıdır

Makalelerime lütfen alaka gösteren okuyuculardan pek iltifatlı mektuplar alıyorum. Benim yapabildiğim iş büyük bir mevzua dair mütevazi araştırmalar neticesinde edindiğim kanaatlerin derme çatma bir hulasasını kağıda geçirmekten ibaret olduğu için bu kıymetli iltifatların beni değil, sırf mevzuumu istihdaf (hedef) ettiğinde hiç şüphem yoktur.

Mektup gönderenlerden -isminin neşredilmesini istemeyen- muhterem bir zat, kendisinin de evvelce birçokları gibi, Türk Musikisini başka bir milletten gelme sananlardan iken artık bu fikirden caydığını söylüyor ve daha ziyade tenevvür etmek (aydınlanmak) arzusuyla birkaç sual soruyor.

Sorduğu şeyleri hepimiz için faydalı buldum. Belki diğer okuyucuların da zihinlerine aynı sualler gelmiştir.Mülahazasıyla bunlara makalelerimin metni içinde cevap vereceğim.

Mektup sahibine hem teşvik yolundaki tatlı sözlerinden hem de vaziyeti bir kat daha aydınlatmaya yarıyacak sorgularından dolayı en samimi teşekkürlerimi sunarım.

Şimdi -müsadeleriyle- iltifatlı cümleleri aradan çıkararak sualleri birer birer hulasa ediyorum ve her birine ayrı ayrı cevap veriyorum.

**************

Muhterem okuyucunun birinci suali şudur:

“Türk Musikisinin Hidiv İsmail Paşa zamanında hanende Abduh tarafından Mısır’a götürüldüğünü ilk makalenizde yazmıştınız; İsmail Paşa zamanından evvel Mısır’da başka bir musiki mi vardı?”
Hayır gene Türk Musikisi vardı. Musikimizin İsmail Paşa zamanında Mısır’a gidişi onun ilk yolculuğu değildir. Asırlarca evvel Mısır’da musikimiz yerleşmiş; fakat Arapların elinde ve dilinde bozula-bozula, darala-darala, küçüle-küçüle adete soysuzlaşmıştı. Fazla olarak arada geçen asırlar zarfında Türklerin ard-arda icat ettikleri yeni yeni makamlar ve düzümler henüz Mısır’a intikal etmemişti.

Bundan dolayıdır ki hanende Abduh-ul-Hamuli kendi memleketindeki musikiyi ruhun ihtiyaçlarına yetkin bulmamış ve İstanbul’a gelerek Türk Musikisini bir kere daha alıp Mısır’a götürmek lüzumunu hissetmiştir.

Türklerin Mısır’da hakimiyetlerinin pek eski olduğunu tarihten öğreniyoruz. Bu hakimiyet I.Selim zamanında Mısır’ın fethiyle başlamış değildir; bilakis Mısır’da Türklerin mevcudiyetini en azından ta Milad’ın 808’inci senesine yani bundan bin yüz küsur sene evveline kadar isal eden (ulaştıran) vesikalar vardır ve ecnebi eserlerinde zikredilmiştir.
Burada son derece mereklı bir mesele önümüze çıkmış oluyor: Süreklice bir Türk idaresi altına giren ülkelerde istisnasız vukuunu gördüğümüz şaşılacak hadise acaba Mısır’da cereyan etti mi?… Orada da yerli musiki ortadan çekilip yerine Türk Musikisi geçti mi?

İşi biraz inceleyince tekrar hayretler içinde kalarak görürüz ki evet! Araplıktan evvel ki kadim Mısır’ın musikisi, elimize kırk elli kadar kamış düdükten başka bir tereke bırakmaksızın, izi belirsiz bir halde dünyadan göçmüş ve yerini şu bildiğimiz musiki almış!…

İran’da, Bizans’da, Mısır’da, Tunus’ta, Cezayir’de, Irak’ta, Hicaz’da, Suriye’de ve daha birtakım memleketlerde hep aynı macera!

Ne kadar muntazam işleyen bir kanun karşısındayız!…

Hidiv İsmail Paşa devrinden evvel, Napolyon zamanında Mısır’a giderek ora musikisini tetkik etmiş olan Villoteau’nun, Mısır’da bulduğu musiki -müellefin yanlışlarını bir tarafa bırakırsak- hemen bütün unsurlarıyla Türk Musikisidir.

Onun kitabında tambur-ı-kebir-i-türki, bağlama, kaba zurna, tabl-ı-türki, Argul gibi Türk damgalı sazlar ve kaba dügah, kaba segah, kaba çargah, kaba neva, perde (bordah), Bayati, sofyan gibi Türkiye menşe şehadetnameli ıstılahlar kaynaşıp duruyor.

Ne kadar dikkate şayandır ki Suzidilara, Suzidil, Ferahfeza, Revnaknüma, Rahatülervah, Şevkefza, Neveser, Şetaraban, Hicazkar, Suzinak, Ferahnak, Hicazkar kürdi ve saire gibi Türklerin sonradan icat ettikleri makamların hiçbirine Villoteau’nun kitabında rastlayamıyoruz. Çünkü o vakit bu makamlar daha Mısır’a ayak basmamışlardı. Şerefnüma ve Ferahnüma nevinden büsbütün yeni makamlarımız ise hala Mısır’da yoktur sanırım.

Şu müşahede dahi bize ispat ediyor ki, Mısır’a hangi tarihte musiki göndermişsek Mısırlılar ancak musikimizin o tarihteki varlıklarıyla kalmıştır!

Fakat Mısır’ın havasından mı, suyundan mı, nedendir bilmem, Türk Musikisi orada bir müddet oturunca zayıflıyor, cılızlaşıyor, verem oluyor ve bu çelimsizliğin tedavisi için İstanbul’dan yeni bir aşı getirilmesine ihtiyaç görülüyor. Nasıl ki hanende Abduh Mısır’daki musikisinin kötüleştiğini fark ederek Türkiye’den yeni aşı almış ve onu canlandırmıştır.

Bununla beraber son zamanlarda Mısır musikisinin gene teverrüm (verem) alametleri göstermeye başladığını haber alıyoruz. Mesela Muhammed Kamil-el-Hulai’nin kitabında okuduğumuza göre Mısır musikicileri yalnız Bayati ve Saba makamlarından eser bestelemekle iktifa ediyorlar ve güzel yeni makamları kullanmıyorlarmış. Mısırlı musikişinas Abdülaziz Tevfik’in şikayetlerinden de öğreniyoruz ki Türk makamları, Türk lahinleri, Türk aralıkları ve Türk eserleri Mısır musikicilerinin dikkatsizliklerinden dolayı değişip çirkinleşiyorlarmış.

Bu halin pek de Mısırlılara mahsus olmadığına hükmetmemiz lazım gelmektedir. Zira Cezayir ve Tunus taraflarında da -Türklerle çoktan beri temas kalmamasından dolayı- musikimizin tanınmaz bir kıyafete girmiş olduğunu aşağıda göreceğiz.

Elhasıl şurada burada bizim musikiye arız olan hastalıkların bir tek ilacı vardır ki o da Türklerden bir defa daha aşı almaktır.

Zaten biz musiki ihracatçılığı yapmakla meşgulüz; Musikisizlere ve musikisi bozulanlara bol bol sazlar, makamlar, ıslahlar, aralıklar, düzümler, eserler sevketmek adetimizdir.

Mısırlıların bu adetimizden sık sık istifade etmeleri kendi hesaplarına cidden takdir edilmeye değer. Galiba İranlılar aynı istifadeyi epey vakittir ihmal etmiş olacaklar ki musikimizin birkaç asırlık terakkiyatı onlara geçmemiş.

Şunu da unutmamalıyız: Türk musikisini kullanan milletler arasında onu terakki ettirenler yalnız Türklerdir. İmparatorluğun asırlarca temadi eden (sürüp giden)inhibat devrinde bile musiki ilerlemekten geri kalmamış kendi çerçevesi içinde daima ihkişaf etmiştir. Bu inkişafı makamlarda, düzümlerde, şekillerde, nazariyat kitaplarında, sazlarında, bestekarların çoğalmasında görüyoruz.

Bizden musiki alan milletlere gelince, onların hiçbir istisnasız hepsinde -terakki şöyle dursun- yukarıda birkaç misali görüldüğü üzere boyuna gerileme hareketi devam etmiştir. Bu hakikatin manasız bir tesadüf olmasına ihtimal var mı?

**************

Sayın okuyucunun ikinci suali şudur:

“Mısır Araplarının musikiyi hakikaten Türklerden aldıklarına şüphe kalmıyor; Mısır haricindeki Arapların musikisi de böyle midir?”

Şimdiye kadar Arap musikisine dair verdiğim izahat, bahasus okuyucumun mektubunu yazmasından sonra intişar eden beşinci makalemdeki tafsilat kendisini tatmin etmiş olabilirse de ben gene sualini cevapsız bırakmayacağım.

Muhtelif memleketlerde sakin olan Arapların kullandıkları musiki sistemi, bizimkinin ve Mısır’dakinin aynıdır. Mesela Irak’ta, Suriye’de, Hicaz’da, Cezayir’de, Tunus’ta, Yemen’de hatta Fas’ta -şekle ve teferruata ait ufak tefek farklardan başka- hep o musikiyi ve o musiki içinde hep Türk unsurlarını görüyoruz. Nitekim Türk taraftarlığıyla itham edilebilmesi imkan bulunmayan Jules Rounet dahi bütün Müslümanların müşterek bir musikiye malik olduklarını tasdik etmekte ve bildiğimiz musikiye bu sebeple “Müsmüman Musikisi” ismini vermektedir.

O derecede ki, birazdan mevzuubahis edeceğim Salvador-Daniel’in Arap musikisi hakkında söylediği şeyleri harfi harfine kabul etmiş olsak bile yine bu musikinin Türklerden geldiğine delalet eden silinmez mühürler gözümüze çarpıp duracaktır.

Makalelerimde Mısır’ın fazlaca yer tutması bugünkü musikiye dair Arap diliyle yazılmış kitapların en ziyade orada neşrolunmasından, bir de Mısır’ın Arap aleminde hususi bir mevkie sahip olmasından ileri gelmiştir.

Merhum Zeki Meğamiz vaktiyle bir makalesinde şöyle demişti:

“Bugünkü Arap musikisinin en müterakki sahasının Mısır kıt’ası olduğu malumdur. Hatta meşhur bir söz vardır ki, havas arasında zebanzettir: Arap şarkıları Mısır’da doğar, Suriye’yi dolaştıktan sonra Halep’te gömülür (…) Asrı hazırda Arap hüsnü hattını, Arap hafızlığını, Arap musikisini, Arap fenni tasvirini,Arap heykeltıraşlığını, Arap tiyatroculuğunu orada aramak lazımdır. Çünkü oradaki zenginlik bu sanayii ve erbabını mümkün olduğu kadar besliyebiliyor. Diğer bir Arap memleketinde o iktidar yoktur ve olmadığı için Mısır’dan feyz alır.

Merhumun bu mütealası pek yerindedir.

Sayın okuyucunun süaline daha kısa bir yoldan da cevap verilebilir: Sınıf sınıf ayırmaya hacet kalmaksızın umumiyetle Araplardaki musikinin diğer bir milletten alınma olduğundan bizzat Arapların bile şüphesi yoktur.Bu diğer millet ise kendi musikisini Orta Asya’dan birlikte getirmiş bulunan Türklerden başkası olamaz. Muhtelif Arap topluluklarının musikileri arasında tek tük teferruat farklarının görülmesi her bir topluluğun ayrı bir milletten musiki alışının değil, hepsinin aynı milletten aldıkları musikiyi zaman geçtikçe değiştirilişlerinin neticesidir.

Dikkat buyuruluyor ki, istidlallerimde (çıkarım) öteden beri mevcut vesikalardan maadasını şimdilik kullanmıyorum ve eski Türklere dair son zamanın keşfiyatından istifade etmiyorum. Zira bunlarsız da hakikate erişilmek mümküdür.

Muhterem okuyucumun mektubunda sorduğu üçüncü mesele şudur:

“Yabancı müellifler neden sizin kanaatlerinize benzer neticeler istihsal (ortaya çıkarmak) edememişler?”

Doğrusu, işte benim en mühim ve en varit (makul) gördüğüm sual budur.Birkaç kırıntıdan başka ortaya yeni denilebilecek hiçbir şey koymadığım ve herkesin gözü önünde duran mevcut delillerin müteleasiyle iktifa ettiğim halde niçin yabancı müelliflerden farklı neticeler elde ediyorum?

Bu garabet etraflıca tahlil edilmeye layıktır. Vakıa şimdiye kadar yaptığımız tetkikler Clement Huart, Hammer, Kiesewetter, Amedee Gastoue, Fetis, Villoteau, Jules Rouanet gibi zatlardan her birinin hangi amillerin (etkenlerin) tesiriyle yanlış yola saptıkları hakkında bize bir fikir verebilir. Fakat o amilleri mümkün mertebe derleyip toparlayarak zümrelendirmek hem cazip, hem de faydalı olacaktır.

Bence ilk amil, Türklere karşı bilinerek veya bilinmeyerek -yani şuur üstünde veya altında- beslenilen menfi duygudur. Dini, siyasi, ırki, hangi sebepten ileri gelirse gelsin, bu menfi duyguyu ayrı ayrı şahıslarda kayıtsızlıktan tutunuz da derece derece şiddetlendirerek istihfafa (küçümseme), istihkara(aşağılama), garazkarlığa, nefrete, düşmanlığa, kine kadar vardırabilirsiniz.

Menfi duygu açık duran gözlerin kapaklarını indirmiş, dimağın düşünce melekelerini pençesi altına alarak istediği istikamete doğru yürütmüştür. Böyle bir baştan, artık hayır kalır mı?

İkinci amil Türkler tarafından ilme, fenne, sanata, felsefeye, elhasıl her türlü bilgi şubelerine dair vücuda getirilen eserlerin hemen kamilen Arapça ve Farsça yazılmış olmasıdır ki, bütün bu eserleri Araplarla Acemlere mal etmiştir.

Birtakım kimseler meydana atılarak kütüphaneler dolusu Türk eserlerini yığın yığın ayırıp;

-Şunlar Arapların…Bunlar Acemlerin…

Diye dağıtmışlar ve bize bir şey bırakmamışlar.

Böyle bir yağmaya hangi milletin kütüphanesi dayanır?

Kitabın dili müellifin (yazarın) milliyetini değiştirmez, demeyiniz. Aklı başında, yüksek kıymetli, belki de hüsnüniyet sahibi birtakım alimlerin şark müellifleri hakkında verdikleri milliyet hükümleri yalnız kitapların diline istinat ediyor (dayanıyor). Ondan dolayıdır ki, Farablı olduğunu bir mühür gibi adına basan Koca Ebu Nasr Tarhan bu dikkatine rağmen Araplığa tıkılmaktan kurtulamamış, İbn-i Fahir-il-Ürmevi diye Ürmiyeli olduğunu her ismini sorana bağıra bağıra ilan eden Safiyüddin Abdülmü’min -sanki inadına- Bağdatlı bir Arap haline sokulmuştur.

Böyle yapanlar kendi dillerinden başka bir dilde mektup yazdıkları, yahut lakırdı söyledikleri zaman milliyetlerini kaybetmek telaşına düşmüyorlar mı acaba?

Üçüncü amil, Türk medeniyeti ve Türk kültürü hakkındaki malumatın her tarafta pek eksik olmasıdır. “Her tarafta” sözünün içine kendimiz, bilhassa kendimiz girmeliyiz. Milletimizin muazzam medeniyet ve kültürüne dair ne biliyoruz? Ben kendi hesabıma itiraf ederim ki hemen hiçbir şey! Halbuki beşeriyetin en büyük nimetlerini ona temin etmiş olan , fakat cengaverlikten başka her kıymeti nankörce inkar edilen bu millete borcumuzu ancak onun hakiki değerini öğrenmekle ödeyebileceğiz. Türk’ün geniş medeniyet ve kültürü henüz yeni yeni araştırmalarla, yeni yeni keşiflerle yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Ve daha başlangıçta bulunuyor. “Medeniyetin birçok temel taşını Türkler kurdu” denildiği zaman öfkeden gerilip sararan simalar azalmış değildir; fakat yakında hiç kalmayacaklar.

Şu vaziyete göre, herhangi bir medeniyet ve kültür hareketi bahsinde Türkleri hatıra getirmeyenler kendilerine mazeret bulabilirler.

Dördüncü amil bizlere ait meseleleri mütalea ederken bazı alimlerin -maalesef gözlerine değil- dimağlarına renkli gözlük takmak itiyadında olmalarıdır. Portakala “haceri semavi” diye bakan bir kafanın doğru bir muhakeme yapabilmesi için mucize dahi kafi gelmez.

Beşinci amil her bir alimin her bir meseleyi bütün delilleriyle yeni baştan tetkik etmeye bittabi lüzum görmemesidir. Böyle olunca -ister zahiren, ister hakikaten- itimada layık bir müellifin -ister kötü maksatla, ister saffetle- ortaya attığı idda için artık kapılar açık demektir. Mesela Quseley isminde bir İngiliz 1815 senesinde “Seyahatler” adıyla bir kitap neşretmiş ve bunda musikinin 1637 tarihinden evvel Türklerce meçhul olduğunu yazmış.

Niçin yazmış? Nereden anlamış? Niçin 1637 tarihi? Delilleri ne?..Bunları araştıran yok. Doktor Farmer gibi ciddi bir zat bile şu iki para etmeyen saçmaya heyetiyle inanıyor ve aşağıda görüleceği üzere, onu yenilmez bir bürhan (delil) gibi karşımıza dikiyor.

Hatherley isimli papazın aynı şekilde bir hezeyanından evvelce bahsetmiştim, ileride daha uzunca bahsedeceğim.

İste bu suretle, Beaumarchais’nin Barbier de Seville’indeki Basile’in verdiği:

-İftira ediniz, iftira ediniz; mutlaka bir şey kalır.

Nasihatına uyan düşmanlarımız etrafınızı iftiralardan örülme bir duvarla çevirmişlerdir. Fenalığa bakın ki bizim kayıtsızlığımızdan dolayı iftiraların yalnız izi değil, olanca heybetiyle bütün vücudu baki kalmış bulunuyor.

Altıncı amil yabancı milletlere mensup alimlerin Türk şerefini aramak ve korumak mecburiyetinde olmamaları ve bu mecburiyetin nihayet bizlere müterettip (tertiplenmiş) bulunmasıdır.

Hiçbir Alman’dan, hiçbir Fransız’dan, hiçbir İngiliz’den bir Türk kadar Türkler hesabına çalışmayı bekleyemeyiz.

-Türklerin hakkı inkar mı ediliyor? Kendilerini müdafaa etsinler.

-Musikiyi sevmedikleri mi söyleniyor? Sevdiklerini ispat etsinler.

-Malları başkasında mı veriliyor? Mal sahibi olduklarını gösterip alsınlar.

-Aleyhlerinde bir iftira mı var? Yalan olduğunu meydana çıkarsınlar.

Hal böyle iken yabancı müelliflerin bizim lehimizde neticeler almayışlarına nasıl şaşarız?

Yedinci amil bazı vesikaların yabancı müellifler tarafından bilinmemiş olmasıdır. Bilfarz sekizlinin yirmi dört gayrimüsavi kısmı bölünmesi esasının Türklerce, eskiden beri tatbik edilmekte bulunduğunu ispat eden ve II.Sultan Murad devrinde yazılmış olan Muradname ünvanlı ansiklopedik eser onların eline geçmemiş görünüyor.

Sekizinci amil birtakım müelliflerin şu veya bu millete karşı hissettikleri temayüldür. Mesela falan müellif Yunanlılara, öteki Araplara, bir üçüncüsü İranlılara bağlanmış bulunur. Neden ileri gelirse gelsin, o temayül yukarıda bahsettiğim menfi duygunun müsbet nakizidir.

Bu müsbet duyguyu da diğeri gibi ayrı ayrı şahıslarda temayülden tutunuz da taraftarlığa, sevgiye, aşka, meftuniyete ilh. Kadar yükseltebiliriz.

Müellif kendini bir millete bağlayınca artık her halde bilerek veya bilmeyerek içindeki temayüle kapılmaktan kendini alamaz ve bağlılığı ne miktarda ise tercih ettiği millet lehinde olarak o miktarı terazinin gözüne ilave eder.

Tabiat kanunları arasında sayılmaya layık sandığım ve adına “yanılma kanunu” diyebileceğim dokuzuncu bir amil daha var ama yerli-yabancı, küçük-büyük hepimiz onun tesiri altında olduğumuz için müsteşriklere tahsis yolunda bir söz söylemeyi doğru bulmuyorum.

İşte, benim nisbeten dar ve kıt vasıtalarımla edinebildiğim kanaatlere yabancı müelleflerin varamamış olmalarını ancak bu şekilde izah edebilirim.

Okuyucularım, şimdiye kadar intişar eden makalelerimde yukarıdaki amillerden her biri için -benim tasrih etmeme hacet kalmadan- ayrı ayrı misaller bulacaklardır.

Muhterem mektup sahibinin sualleri ile cevaplarım burada bitti. Verdiğim tafsilat kendisinin işaret ettiği noktaları aydınlatmaya kafidir zannederim. Eğer aynı meseleler hakkında daha ziyade malumat istenirse, yahut mevzuuma dahil olmak şartıyla yeni suaaler sorulursa daracık bilgimin çerçevesi içinde elimden geldiği kadar müfit olmaya çalışırım.

Şimdi Arap musikisi hakkındaki denemelerimin kalan kısmına geçiyorum.

****************

Muhtelif dillerde Arap musikisi için yazılmış olan -hemen sayısız diyebileceğim- kitapların hepsinden burada bahsetmeme lüzum yoktur, imkan da.

Zaten bibliyografya tetkiki yapmak, yahut bir katolog vücuda getirmek niyetinde değildim; maksadım İran, Arap, Yunan, Bizans musikilerinden her birinin hüviyeti ve Türk musikisiyle münasebeti üzerinde bir kalem tecrübesine girişmekten ibaretti.

Bu bakımdan, geçen üç makalede incelediğim Arap musikisine müteallik (ilişkin) eserler yeter ümidindeyim.

Yalnız henüz zikretmeye fırsat bulamadığım iki kitap var ki onlara dair, kısa bile olsa, birkaç söz söylemekliğim icap ediyor.

İkisinin de adı “Arap Musikisi” olan ve ikisi de Arap musikisinin ana kitabı addedilen bu eserlerden biri ve epeyce eskisi Salvador-Daniel tarafından yazılmış, öteki de son senelerde müteveffa Baron d’Erlanger tarafından neşredilmeye başlanmıştır.

Salvador-Daniel’in eseri 1863’de Fransızca olarak basılmışsa da maalesef bende bu kitabın aslı değil, İngiltereli müşteşrik Dr.Henry George Farmer kalemiyle tercüme edilen İngilizce bir nüshası vardır.

“Maalesef” demekte galiba yanılıyorum. Zira Salvador-Daniel’in hayatına ve Arap musikisinin mahiyet ve tarihine ait olarak mütercimin İngilizce nüshaya ilave ettiği malumatı, kayıtları, mütaleaları Fransızca aslında bulamıyacaktım. Doktor Farmer kitabı baştan başa şerhetmiştir (açıklamıştır). Bu itibarla İngizlizce tercüme Fransızca aslına tercih olunabilir.

Gerek müellifin, gerek mütercimin verdikleri izahattan anlıyoruz ki, 1830’da İspanya karlistlerinin isyanı üzerine Don Salvador-Daniel isminde bir İspanyol zabit ve asilzadesi vatanından kaçarak Fransa’ya hicret etmiş ve orada yerleşmiş. Bu zatın, 1831’de Paris’de bulunuyorken, bir oğlu dünyaya gelmiş. Bizi alakadar eden Francesco Salvador-Daniel işte bu çocuktur.

Çocuk büyüyünce 1853’te Cezayir’e gitmiş, 1866’ya kadar orada kalmış, Arapça öğrenmiş, Arap musikisinden bahis bazı eski kitapları tercüme etmiş, yerli musikiciler arasına karışmış, konserlerde onlarla beraber çalgı çalmış, elhasıl Arap sanatını yakından ve içinden görmek için her şeyi yapmış.

Bir aralık da Cezayir havalisinde, Tunus’ta, Fas’ta, Kabiliye’de, Malta’da, Mısır’da, İspanya’da seyahat etmiş.

Nihayet bütün bu çalışmalar neticesinde Arap musikisinden dört yüz parça kadar şarkının notalarını yazmaya muvaffak olmuş.

Şu tafsilatı duyunca insan:

-Aşk olsun! Tetkik dediğiniz böyle olur. Kim bilir Salvador-Daniel ne büyük hakikatler meydana çıkarmıştır Demekten kendini alamıyor ve bunca senelik emeklerle dört yüz parçalık koleksiyonun verdiği semereleri heyecan içinde öğrenmek istiyor. Bakınız, size Salvador Daniel’in bildirdiği şeyleri beş on satırla hulasa edeyim.

Arap musikisinde, tıpkı garp musikisinde olduğu gibi yalnız tam ve yarım ses varmış; üçte bir veya dörtte bir ses yokmuş. Makamlara gelince, vakıa Arap musikicileri o dört makamları bulunduğunu iddia ediyorlarsa da saymaya davet edildikleri zaman ancak on iki tanesinin adını söyleyebiliyorlarmış. Müellif öteki iki makamı çok aradığı halde bulamamış ve notaya aldığı parçalarda da görememiş. Bu sebeple isimlerini bellediği on iki makamla iktifaya mecbur olmuş.

Salvador-Daniel’in tarif ettiği makamlar şunlardır:

1-Irak: Re Mi-Fa Sol La Si-Do-Re
2-Mezmum: Mi-Fa Sol La Si-Do Re Mi
3-Edzeil: Fa Sol La Si-Do Re Mi-Fa
4-Djorka: Sol La Si-Do Re Mi- Fa Sol
5-L’sain:La-Si-Do Re Mi-Fa Sol La
6-Saika: Si-Do Re Mi-Fa Sol La Si
7-Meia: Do Re Mi-Fa Sol La Si-Do
8-Rasd-Edzeil: Re Mi-Fa Sol La Si-Do Re
9-Rummel-Meia: Sol La Si-Do Re diyez- Mi-Fa Sol
10-L’sain-Sebah: La Si-Do Re Mi-Fa Sol diyez-La
11-Zeidan: Re Mi-Fa Sol diyez-La Si-Do Re
12-Asbein: Mi-Fa Sol diyez- La Si- Do Re Mi

Eğer Salvador-Daniel’in hikayeleri doğru ise -ki bunda çok şüphem var- tasvir ettiği musikinin ilk sekiz makamını hap gibi şu değirmi kutuya sığdırmamız kabildir:

Hakikaten o sekiz makam sadece Do Re Mi Fa Sol La Si Do dizisinin her bir notası nöbetleşe başlangıç sayılmak ve diğer notalar kenar yerlerinde ve sıralarında kalmak suretiyle teşekkül etmektedirler. Kalan dört makamın dizilerinde ise tek bir nota diyezleniyor ki üçünde Sol, birinde Re dir.

Arap musikicilerinin kendi makamlarını on dörtten ibaret gösterişlerine, hele on ikiden fazlasını sayamayışlarına şaştım. Zira adamcağızlar biraz gözlerini açmış olsalardı on dörtten fazlaya çıkarmak işten değildi. Mesela onların yerinde ben olsaydım hazır onu başlangıç değiştirmek kolaylığı varken Salvador-Daniel’e şunları sayardım:

13-İsimsiz makam: La Si-Do Re diyez- Mi Fa Sol
14-İsimsiz makam: Si Do Re diyez-Mi-Fa Sol La
15-İsimsiz makam: Do Re diyez-Mi-Fa Sol La Si- Do
16-İsimsiz makam: Re diyez-Mi-Fa Sol La Si- Do- Re diyez
17-İsimsiz makam: Fa Sol La Si- Do Re diyez- Mi

Bu kadarla da kalmazdım. Daha görülmemiş işitilmemiş yüzlerce makam icat ederdim. Çünkü çare ortada hesap meydanda: Bir sekizlinin içinde yedi muhtelif ses bulunduğuna, bu seslerden beşini diyezlemek mümkün olduğuna, diyezli veya diyezsiz herhangi bir sesi başlangıç yapmak tecviz edildiğine nazaran makamların sayısı artar. Şayet araya bir de bemol karıştırılır ve aynı diyezli-bemollü diziler teşkil edilirse makamları kağıda sığdıramayız.

İsteyenlere ihtira (patent) hakkıyla beraber nasihat besbedava hediye etmeye hazır olduğum bu makamları güzelliğini, ne de çirkinliğini garanti edemem. Zaten karşımızdakiler pek titiz davranamayacaklardır. Kitaptaki tam ve yarım sesli makamların arasında benimkilerden de beteri ver.

İşin güçlüğü makam bulmakta değil, bulunan makamlara ad koymaktadır.Fakat ona da bir tedbir düşünülebilir; mesela makamların birer isim yerine birer numara ile ayırt edilmesi kabildir.

Salvador-Daniel’e Arap musikisini öğretenlerin bu kadarcık bir şeyi akıl edemeyişlerine, üzüldüm doğrusu.

Müellifin bize gösterdiği on iki makama dönelim.

Onun kitabını okuyanlar ilk bakışta bu musikinin bizimki ile hiçbir münasebeti olmadığı zehabına kapılabilirler.Lakin bütün sözlerini doğru farzetsek bile gene ilk bakışla kalmamalı ve kanmamalıyız.

Hele makamların -güya Arapça- isimleri bizim için ne kadar eğlenceli bir mütalea mevzuudur.

Eciş bücüş hale sokulmuş olan bu isimler birer karikatürü andırıyorlar. Onların eğri büğrü taraflarının düzelterek asıl biçimlerini iade etmek ve hakiki şahsiyetlerini meydana çıkarmak çapraşık bir bilmecenin esrarını keşfetmeye benzeyen masumane bir zevk temin edecektir. Diyebilirim ki Test adı verilen zeka tecrübeleri için de bu isimlerden istifade edilmesi mümkündür.

Mesela L’sain kelimesini ele alalım; her ne kadar Salvador-Daniel’e göre tam ve yarımdan başka aralığın bulunmayışı dizi üzerinde tetkikat yapmaktan fayda beklememizi güçleştirmiş ise de -ne olur, ne olmaz- diziye de gözden geçirelim.

Bu iki başlı dikkatin aydınlığı altında L’sain ‘in simasına bakacak olursak maskenin arkasından bizim bildiğimiz Hüseyni dilberinin göz kırptığını fark ederiz. Hatta dizinin de bizim Hüseyni dizisinden azma olduğunu görmekte gecikmeyiz.

Nasıl ki L’sain lafzının hakikaten Hüseyni’den muharref (değiştirilmiş) olduğu doktor Farmer’in notlarından anlaşılıyor.

Bir Arap lugatı olan “Hüseyni” nin bizzat Araplar ağzında neden bu acınacak kılığa girdiğini izah etmek müşküldür. Meğer ki Salvador Daniel’in yanıldığına karar verilsin!

Djorka (Corka) şeklindeki tabirin Corci’yi hatırlatan sesi bizim “Çargah” ımızı gizlemektedir.

alis Arap nüfus tezkeresiyle önümüze gelen Saika senelerden beri Arabistan çöllerinde sürüne sürüne malul düşmüş zavallı “Segah” ımızdır.

Arap dilinin kaidelerine hiç uymayan Edzeil’in bizdeki “Zavil”den bozma olduğuna hükmedebiliriz. Rard-Edzeil’in de “Rast Zavil” ile alakası bu hükmümüzü kuvvetlendiren bir delildir.

Artık L’sain Sebah’ın “Hüseyni-Saba”dan, Meisa’nın “Maye”den, Rummel-Meia’nın “Remel Maye”den galat (herkesin bildiği yanlış) olduğunu anlamamız için fazla yorulmaya hacet kalmaz. “Irak” ı zaten biliyoruz; o Bağdat taraflarının eskiden beri kullanılan adıdır ki musiki makamlarından birine alem olmuştur.

Geride Zeiden, Mezmum, Asbei’n kelimeleri kalıyor. Kıyafetlerindeki aldatıcı Araplık nişanelerine rağmen bunların göründükleri kadar Arap olup olmadıklarında tereddütüm var. İhtimal ki biçareler mengene altında sıkıştırılarak arkadaşlarından daha fazla işkenceye uğradıkları için böyle tanınmaz hale gelmişlerdir.

Makamların isimlerinde vukua getirilen korkunç tahribattan o makamlara alt dizilerin sağ salim kurtulmuş olduklarına inanabilir misiniz?

Çeşit çeşit aralıklarımız ezile büzüle tam ve yarım diye ikiye kadar indirilmesi esasen makamları hışıra çevirmek için kafi iken, üstelik dizilerde de epeyce tahrifat yapılmıştır. Hala bazılarında kazma ve baltanın izleri görülüyor.

Mesela demin dediğim gibi L’sain dizisinin bizim Hüseyni dizisinden, Saika dizisinin Segah dizisinden bozuntu olduğu besbelli!

Irak’ın dizisinde Neva makamını, Mezmum’un dizisinde Kürdi makamını, Edzeil’in dizisinde Pençgah makamını, Djorka’nın dizisinde Sünbüleli Çargah makamını, Meia’nın dizisinde adi Çargah makamını, L’sain Sebah’ın dizisinde Puselik makamını, Zeidan’ın dizisinde Nikriz makamını, Asbein’in dizisinde Hümayun makamını seçebiliyoruz.

Ne idüğü belirsiz Rummel-Meia’yı da olanca güzelliğiyle sahiplerine bağışlamamız daha elverişlidir sanırım.

İsimlerde ve dizilerde bu derece bilgisizlik ve kayıtsızlık yapanlar eğer Arap musikicileri ise onların verdikleri malumatın ve okudukları şarkıların kıymetini ancak bu ölçüye göre takdir ederiz; yok, müellifler ise onların mütalealarına da -evvelce bahsetmiş olduğum- malihülyalar (melenkoli) değerini veririz.

Jules Rouanet sözü geçen musikide tahrifat ve tahribat vukubulduğunu kabul ediyor ve kabahati daha ziyade musikicilerde bulur gibi davranıyor. Paris Konservatuarı ansiklopedisine yazdığı monogradide diyor ki:

“Tunus’tan Tanca’ya kadar yerlerde ister an’anenin kaybolmasından , ister mandolin, piyano, hatta akordeon gibi sabit perdeli Avrupa sazlarının gittikçe umumileşen istimalinden (kullanımından) ileri gelsin, eski makamlar -hususi birtakım işaretlerin kullanılmasına hacet kalmaksızın- bizim modern notamızla pekala yazılabilecek şekle girmişlerdir.

Demek ki, Tunus’tan Tanca’ya kadar olan ülkede Arap musikisi, yani Arapların Türklerden aldıkları musiki asırlar geçtikçe bozula-bozula nihayet tam ve yarım sesin çenberi içine sığacak duruma düşmüş oluyor.

Radyodan ara sıra kulağımıza gelen sesler o ülkelerde tam ve yarımdan başka aralık kullanılmadığına bizi kolayca inandıracak mahiyette olmadıkları için Salvador Daniel’i de, Jules Rouanet’yi de çarçabuk tasdik etmeye cesaretimiz yoktur. Fakat şayet bunların iddiaları doğru ise o havalideki Arapların diğer milletdaşlarından musiki itibariyle gittikçe ayrılmakta oldukları anlaşılır.

Bayati, Uşşak, Saba gibi Türk musikisinin her tarafa en ziyade yayılmış makamlarına Salvador-Daniel’in kitabında tesadüf edemeyişimiz belki bundandır.

“Belki” demekte haklıyım. Çünkü eserde o kadar fahiş hatalar var ki diğer mündericatına (içindekilere) rahat rahat inanmaktan insanı şiddetle alıkoyuyor. Bilfarz kitabın 83’üncü sahifesi notunda müellifin hikaye ettiğine göre, Fransa’nın o devirde Tanca konsoloshanesi tercümanı olanı M.Cotelle alim bir müsteşrik ve mümtaz bir musikişinas imiş; 1856 senesinde bu zat Salvador-Daniel’e el yazısıyla yazılı Arapça eski bir musiki kitabının tercümesini göstermiş. Kitapta daire şeklinde bazı resimler varmış. Müellif bu resimleri nasıl izah ediyor bilir misiniz? Vaktiyle Araplar musiki düzümünü değil, -üzerine muhtelif şarkılar bestelenebilecek olan- şiir düzümünü anlatmak için kısımlara bölünmüş bir takım daireler kullanırlarmış da kitaptaki resimler bunlarmış!

Konsoloshane tercümanının Salvador-Daniel’e hangi musiki risalesini gösterdiğini bittabi bilmiyorum. Fakat eğer gösterdiği risale hakikaten musiki nazariyatına dair ise, içinde aruz vezinlerini değil, bilakis musiki düzümlerini tasvir eden daireler bulunmak icap eder.

Musiki nazariyatı hakkındaki eski kitaplardan bir tanesini bile görüp okumuş olanlara malumdur ki o devirde gerek makamların dizileri, gerek düzümlerin şekilleri birer daire ile tasvir edilirdi. Aruz kitaplarının tek tük bazılarında şiir vezinleri için kullanılan daireler ise büsbütün başka idi.

Hüseyni dizisine ait daire. Bu dairenin dış tarafındaki Arap harfleri nota işaretleridir. Kertikleri sekizlinin müellefe göre ihtiva ettiği on sekiz sesin mevkilerini bildirir.Dairenin iç tarafında bir harften diğerine çekilen çizgiler iki nota arasındaki aralığı tayin eder. Misil ve nısıf beşli (3/2), misil ve sülüs dörtlü (4/3) demektir.

Fahti düzümüne ait daire. Bu dairedeki yirmi tane kertik 20 zamanlı olan Fahti düzümünün zamanlarına işarettir. Fahri usulü tenenen ten tenenen tenenen ten tenenen lafızlarıyla ifade edildiği için dairenin dışında görülen kısa çizgiler bu lafızların harekeli harflerini, küçük yuvarlaklar da harekesiz harflerini göstermektedir. Arap harfiyle yazılı M’ler Madrub, yani “vurulan” demektir ve usul kullanırken nerelerde el vurulacağını gösterir. Evvel sözünün bulunduğu kertik başlangıçtır.

Aruz dairesi Hezec, Remel, Recez vezinlerine ait olan bu dairedeki beyit hezecna kelimesinden başlanılarak aynı kelimeye kadar okunursa altı tane mefailün’den mürekkep Hezec veznini, rümmelen kelimesinden başlanılarak bu kelimeye kadar okunursa altı tane failatün’den mürekkep Remel veznini, ercuzeten kelimesinden başlanılarak aynı kelimeye kadar okunursa altı tane müstefül’ilün’den mürekkep Recaz veznini temsil eder. Dairenin dış çevresindeki küçük yuvarlaklar her hecenin kaç harf kıymetinde olduğunu göstermektedir.

Buraya Hüseyni makamının dizisini tasvir eden bir daire ile Fahti düzümünü tasvir eden bir daireyi ve Recez, Hecez,Remel vezinlerine ait bir de aruz dairesini koyuyorum.

Bu şekiller ispat eder ki şiir vezinlerinin daireleriyle musiki dizini veya düzümünü tasvir eden daireler arasında hiçbir münasebet yoktur ve M.Cotelle hakkında bir şey diyemem ama, Salvador-Daniel -musikiye dair eski nazariyat kitaplarını tercüme etmesine rağmen- iki muhtelif şeyi birbirine karıştırmıştır.

Dahası var: Kitabı İngilizceye tercüme etmiş olan Dr.Farmer evvelki makalelerimde birkaç kere sözü geçen Nuba’nın Şimali Afrika’ya Türkler tarafından veya İspanya’daki Mağribi’ler tarafından getirildiğine dair iddialar bulunduğunu anlattıktan sonra şu mütaleada bulunuyor:

Nuba’nın Türklerden geldiği kabul edilemezmiş, çünkü Hatherley’in “Bizans Musikisi” adlı eserinde yazılı olduğu üzere Türkleri Şimali Afrika’daki hakimiyetleri zamanında, yani on beşinci asırdan on altıncı asra kadar Türk musikisi mevcut değilmiş; hata Quseley adında bir İngiliz 1815’de basılan Seyahatler ünvanlı kitabında musiki ilim ve sanatının 1637 senesinden evvel Türklerce meçhul olduğunu söylüyormuş! Ve saire ve saire!

Hatherly’in kitabını ileride daha uzunca tetkik edeceğim için şimdi onunla uğraşmak istemem. Fakat Türklerce musikinin bilinişi ile bilinmeyişi arasını peynir keser gibi ayıran şu 1637 senesinin içinde hangi sihir ve kerametin saklı olduğunu merak etmemek kabil değil!

Doktor Farmer bu hususta hiç izahat vermiyor. Lakin 1637 senesinin Dördüncü Murad devrine tesadüf ettiği düşünülür ve bu padişahın Bağdat’tan İstanbul’a getirdiği musikiciler tarafından Türklere güya musiki terbiyesi verildiğine dair olan hurafe hatırlanırsa işin esası meydana çıkar.

İşte koca koca davalara bir yandan temel, bir yandan delil teşkil eden masal!

Acaba seyyah Quseley ile ona inananlar bütün dünyanın tanıdığı Türk mütefekkir ve mutasıvvıfı Mevlana Celalüddin-i Rumi’yi olsun işitmemişler midir? Bu büyük adamın Miladi on üçüncü asırda yaşadığını (1207-1273), Mevlevilik diye bir tarikat vücuda getirdiğini, Mevlevilikte ise ayinin ancak musiki ile yapıldığını duymamışlar mıdır? Hiç olmazsa seyahatleri esnasında Mısır’a, Hindistan’a veya o zamanki Türk illerinden birine uğrayarak sırf tecessüs kabilinden bir Mevlevi tekkesini görmemişler midir?

Başka zahmetli tetkiklere girişmeksizin ve Türk musikisinin menşeini aramakla yorulmaksızın yalnız Celadüddin-i Rumi’nin adını ve mesleğini bilmek Türklerin on yedinci asır ortalarına kadar musikiden mahrum kaldıkları yolunda kaba bir isnada imkan bırakmazdı. Bu küçücük bilgiyi edinmeden insan nasıl müsteşrik olur?

Elhasıl gerek Salvdor-Daniel’in eserinde, gerek mütercimin ilavelerinde o kadar bol yanlışlar var ki Arap Musikisine dair ana kitap diye bunu okuyanlar o musiki hakkında öğrendikleri şeylerin çoğunu daha büyük bir emek sarfederek unutmak zorunda kalacaklardır.

Şunu da nazardan kaçırmamalıyız: Salvador-Daniel yalnız Cezayir ve Tunus gibi mahdut bir veya birkaç yerin musikisinden değil, umumiyetle Arap musikisinden bahsetmek iddiasında bulunuyor ve Arap memleketlerinin hepsine seyahat ederek tetkikat yaptığını söylemekle beraber kitabına da “Arap Musikisi” şeklinde şümullü bir ad koyuyor.

Biraz da Baron d’Erlanger’nin eserine göz gezdirelim.

Bu zat 1932’de Kahire’de toplanan Arap Musikisi Kongresi’nin davet edilmesine başlıca müessir olmuş iken hastalığından dolayı bizzat kongreye iştirak edememiş ve daha sonra vefat etmiştir.

İrtihalinde (ölümünde) eserinin yalnız 1930 tarihli birinci cildi neşrolunmuş ve ikinci cildi matbaaya verilmiş bulunuyordu. Bu cilt 1935’de çıkmıştır.

Baron’un vefatını müteakip işin yarıda kalmaması teşekkür olunacak bir şeydir. Hele kendisinin ölmeden evvel eseri tamamiyle hazırlamış olduğu anlaşılıyor ki, bu daha ziyade memnun olunacak bir haldir. Filhakika üçüncü cilt 1938’de ve dördüncü cilt de hemen az sonra neşrolundu.

Eserin ilk dört cildi eski nazariyat kitaplarının Fransızca tercümelerini muhtevidir: Birinci ciltte Türk Filozofu Farabi’nin Arapça Kitab-ül-musikıyyil-Kebir’inden birinci ve ikinci kısımların tercümesi, ikinci ciltte aynı telifi üçüncü kısmıyla İslam Filozofu İbn-i Sina’nın Arapça Kitab-üş-şifa’sından musikiye ait bölümünün tercümesi, üçüncü ciltte Türk musikişinası Safiyyüddin Abdülmü’mün’in Arapça Şerefiyye’sinin ve bu müellife ait Kitab-ül-Edvar hakkında Mevlana Mübarek Şah isimli bir Türk tarafından yazılmış şerhin tercümeleri vardır. Yeni intişar dördüncü cildi ısmarladım, fakat elime gelecek kadar vakit geçmediği için muhteviyatını görmedim.

Birinci cildin XVIII. ve XIX’uncu sahifelerindeki malumattan anlaşıldığı üzere, beşinci cilt Arap musikisini doğurmuş olan umdelerin asıl kaynaklarına dair tetkikatı, bir de evvelce münteşir ciltlerden alınan ve kaidelerle umdeleri en iyi izah eden ibarelerden müteşekkil hulasayı ihtiva edecektir. Altıncı ciltte bugün kü Arap musikisinin hangi kaidelere istinat ettiği gösterilecek, yedinci ciltte ise Arap musikisine dair toplanabilmiş olan misallerin notaları bulunacaktır.

Şu icmale bakınca eserin ne muazzam bir çalışma mahsülü olduğunu adete gözlerimizle görüyoruz.

Müellif her cildin sonuna mühim notlar ilave ettiği için kendisinin kanatları hakkında şimdiden az çok fikir almak mümkün ise de eser tamam olmadan evvel bir tenkitte bulunmamayı tercih ediyorum. Bilhassa beşinci ciltte Arap musikisini doğurmuş olan umdelerin asıl kaynaklarına kadar çıkılacağı bildirilmesine göre o cildin intişarını beklemek münasip olacaktır.

Yalnız dikkatime çarpan bir noktayı hemen söyleyebilirim: Müellifin Arap musikisi adını verdiği eserden şimdiye kadar çıkan dört cilt hep Türkler tarafından yazılmış kitapların tercümelerinden ibarettir; bu kitaplarda ise mevzuun münhasıran Arap musikisi olduğuna dair hiçbir söz yoktur. Acaba yabancı müelliflerin “Arap Musikisi” addettikleri sanat hakkında en mühim kitapları yazanların Farabi, İbn-i Sina, Safiyüddin, Mübarekşaşh, Abdülkadir gibi daima Türk olmaları bir tesadüf mü? Ve ne garib vakıanın bize anlatması lazımgelen bir mana yok mu?

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.