Burası Muş’tur
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Sesi-kulağı olsa da olmasa da, ömründe bir kere bile kendi kendine şarkı-türkü söylemiş de olsa, Burası Muş’tur, yolu yokuştur/Giden gelmiyor, acep ne iştir türküsünü duymamış bir Türk var mıdır, bilmiyorum. Bu türkünün adının Yemen Türküsü olmasının sebebi, önce Yemen’le ilgili olarak yakılmış olmasıdır ve asıl sözleri şöyledir:
Havada bulut yok, bu ne dumandır
Mahlede ölüm yok, bu ne figandır
Şu Yemen elleri ne de yamandır
Ah o Yemen’dir, gülü dikendir
Giden gelmiyor, acep nedendir
Kışlanın önünde redif sesi var
Bakın çantasında acep nesi var
Bir çift kundurayla bir de fesi var
Ah o Yemen’dir, gülü dikendir
Kışlanın önünde bir binek taşı
Yoklama yapıyor bizim binbaşı
Sefere gidenler çavuş, binbaşı
Ah o Yemen’dir, gülü dikendir
Aslen Sivas türküsü olmamakla beraber, bu türkünün en fazla sevildiği yerlerden biri de Sivas’tır. Bakın neden? Eskiden Sivas’ta düğün davetleri ‘okuntu‘ denen bir usulle yapılırmış: düğünden bir hafta-on gün önce yaşlı bir kadın yanındaki çocukla evleri dolaşır, kapı döğülür, çocuk düğünün kimlerin olduğunu, yerini-zamanını ‘okur‘muş. Düğün sırasında, ödünç alınan kalaslarda yapılma tribünün en arka sırasına yaşlılar, orta sıraya evliler,en sıraya da bekarlar (kız ve erkek karşılıklı olarak) oturtulurmuş (kalkıp oynamaları için). Getirilen hediyelerin de yüksek sesle duyurulması adeti varmış; ‘Falancanın oğlu filan bir çift çorap getirdi, sağ olsun var olsun‘ denirmiş (el örmesi çorap o zaman çok değerli bir hediye) Birisi 2 lira verirse, onu sevmeyen birisi de çıkarır 2.5 lira verir ve öyle bağırtırmış, hasmını madara etmek için! Yaşlılar oynayıp eğlenemedikleri için, onların da gönlü olsun diye hüzünlü türküler söylenirmiş. Mesela ‘Orucu tuttuk, bayram etmedik‘ (zina iftirası üzerine Ramazanda karısını vuran adamın türküsü). Ama sıra ‘Havada bulut yok‘a gelince, kocası-çocuğu-kardeşi-babası-amcası Yemen’e gidip de dönmemiş ne kadar insan varsa doyasıya ağlarlarmış. Şimdi bir an geriye dönüp türkünün sözlerini bir daha okuyalım: Bakın çantasına, acep nesi var / Bir çift kundurayla bir de fesi var.. Bu sözlerin sebebi nedir biliyor musunuz, sevgili okuyucular? 1.Dünya Harbinin ünlü İngiliz casusu Lawrence Araplara, her öldürdükleri Türk askeri için bir kırmızı İngiliz altını verir, şehitler memleketlerine gönderilemez, sadece kunduralarıyla içinde künyeleri yazılı fesleri çantalarının içine konur, gönderilirmiş!..
Bunları Sivas’lı dostum Sebuh Uslan‘dan öğrendiğim zaman, Yemen’den potiniyle fesi gönderilmiş bir yakınım olmadığı halde, gözyaşlarımı tutamadım. Sonra da düşünmeye başladım. Yemen’de Araplar, Muş’ta Kürtler tarafından tarafından öldürülen Türkler asker ve ortada harp var. Peki, ya İsviçre’ye, Almanya’ya, Amerika’ya gidip de Kangallı Mehrali gibi dönmeyenler ne olacak?.. Ortada ne Lawrence, ne harp, ne Arap var (Abdülhamid cennetmekanın Yemen valisi yapıp yolda Kürtlere hallettirdiği Mehrali de zaten adamlarını askere göndertmeyen bir asiydi. -Bu arada Kürt veya Arap asıllı değerli okuyucularımızın hassasiyet göstermemelerini istirham ederim; ben sadece tarihi naklediyorum.
Olağandışı beyinlerine, yenilikler icad eden zekalarına, birikimlerine ve çalışma azimlerine tatmin olabilecekleri iş sahaları açamadığımız değerlerimizin; Yemen ellerine gider gibi bir daha dönmemecesine memleketlerini terk edip yaban illerini vatan tutmaları, yabana hizmet etmeleri, çocuklarına Türkçe bile öğretemeden o kültürlerin içinde eriyip gitmeleri, acaba, Yemen’de , Çanakkale’de, Kore’de ve bugün Güneydoğu’da verdiğimiz şehitler kadar yürek sızlatıcı bir kayıp değil midir?.. Uzun yıllar Amerika’da oturup da çocuklarına ‘Türkçe bilmese ne olur, zaten hiçbir yerde geçmiyor; ille de yabancı dil öğrenecekse İspanyolca öğrensin, hiç olmazsa işine yarar‘ diyerek anadilini öğretmeyen Türk (?!) ailelerini gördükçe içim nasıl parçalanır, bilemezsiniz. Yemen’de yine de ‘bir çift kundurayla bir de fesi‘ geliyordu şehitlerimizin. Bunların osu da yok. Sadece basında bir yazı, arada bir: ‘Bir Türk ABD Senatosuna seçilmeye hazırlanıyor’muş.. Bu büyük başarının, o zatın buradaki anne-babasının gözünde (göçmüşlerse ruhlarında) bir damla gözyaşından başka hiçbir ma’kes bulamayacağını düşünmek acaba kaç kişinin aklına (veya işine) gelir bu ülkede?!.. Zeytinyağı romanının sonunda Falih Rıfkı’nın itiraf ettiği gibi, ‘Biz yiğitlerimizi savaşta değil, kurmarda kaybettik‘! (1 Mayıs 1999)
Henüz yorum yapılmamış.