Keşke
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Keşke kurduğumuz cihan devletini, çeşitli türden zaaf ve gafletlerle yorup yıpratıp (onlar dışarıdan, biz içerden) bozmasaydık da, çok daha uzun yüzyıllar cihana insanlık öğretmeye devam etseydik! Ne olurdu?!…
Keşke er-geç her vücutta görülmesi mukadder hastalıkların tedavisini, iyileştirmek bir yana, daha fazla hastalandıran yabancı reçetelerde değil, Amasya Şifahanesinde dünyanın ilk prostat ameliyatını yapan, Edirne Şifahanesinde delileri musiki ile tedavi eden bir medeniyetin çocukları olarak, kendi bünyemizde mevcut ilaçlarda arasaydık! Ne olurdu?!…
Keşke Fatih’imizi, gut hastalığını tedavi edecek bir Müslüman hekimin ellerine teslim etseydik de, Ceneviz casusu Jakobus’a zehirlettirmeseydik! Ne olurdu?!… (İhaneti anlaşılır anlaşılmaz katledilen Jakobus’un Fatih için hazırladığı reçete, Kayseri’de Gevher Nesibe Çifte Medrese Şifahanesi arşivindedir.)
Keşke daha Kanuni zamanında başlayan isyanlar, sonu gelmez savaşlar, devalüasyonlar, şımartılmış ordu ile valide sultanların elinde oyuncak olan çocuk hükümdarlar, çamaşır değiştirir gibi sadrazam değiştiren (IV.Mehmed zamanında 19 defa!), sonra kendileri de sık sık hal veya katledilen padişahlar olmasaydı da, ‘devlet-i ebed-müddet’ daha 16.yüzyılın ikinci yarısında kendi çöküşünü hazırlamaya başlamasaydı! Ne olurdu?!…
Keşke II.Mahmud, Mustafa Reşid Paşa gibi bir İngiliz kuklasının ihanetini anlayıp idamını ferman etmek için, ölüm döşeğine düşeceği ana kadar beklemeseydi! Ne olurdu?!…
Keşke bir kerecik olsun yabancılardan doğru bir kopyalama yapıp, siyasi rejim değişikliği ile tarih-kültür yıkımını birbirine karıştırmasaydık! Keşke İnkılab’ın ‘devrim’e dönüştürülünce sonunun iyi gelmeyeceğini düşünebilseydik de, düzeltilmesi imkansız (veya faturası çok pahalı ve acı) hatalara düşmeseydik! Ne olurdu?!… (Bunu biraz açayım isterseniz : tarihlerin belli bir dönemecinde imparatorluk veya krallıktan cumhuriyete geçmiş –hatta bu müesseseleri koruyarak geçmiş- pek çok ülke vardır dünyada; ama bunların hiçbiri ‘yönetim sistemimizi değiştiriyoruz, çağdaşlaşıyoruz’ diye, yazılarından tarihlerine, musikilerinden geleneklerine neleri varsa toplayıp bunlar gelişmemizi engelliyor diye çöpe atmamışlardır..)
Keşke onun-bunun taklidinden meded ummayıp, insanımızı iyi tanıyıp doğru eğitmeyi ilk gaye edinseydik de (yani çağdaşlığı kıyafetle değil, DÜŞÜNCE’de arasaydık), yanlışlarımız geri tepmeye başlayınca, eğitimle yapamadığımızı güç kullanarak yapmaya kalkıp kendi insanımızı karşımıza almak durumunda kalmasaydık! Ne olurdu?!…
Keşke İslamın, oruçla, neyin terbiye ve disiplin altına alınmasını istediğini anlamış ve çocuklarımıza öyle öğretmiş olsaydık da, yılda sadece bir ayı (o sayılı günlerin de belirli saatlerini) yemesiz-içmesiz-dumansız geçirmek yerine, bütün bir yılı (ve bütün ömrü) o terbiye ve disiplin içinde geçirebilseydik! Ne olurdu?!…
Ramazan ayı içinde herhangi bir yiyecek ikramı karşısında “Ben niyetliyim, siz buyurun!” demek çok güzel bir şeydir. Ama, cebe inecek meblağ ne olursa olsun, yapılacak bir rüşvet veya soygun teklifi karşısında… Gelecek kaz ne büyüklükte olursa olsun, insanları yalan vaadlerle kandırmanın cazibesi karşısında… Kimin hatırı söz konusu olursa olsun, birini kayırmak için bir başkasının hakkını yeme teklifi karşısında… Hiddet ne ölçüde olursa olsun, karşısındakini vurup öldürme isteği karşısında… Yasak olanın güzelliği hangi dayanılmazlıkta olursa olsun, her türden iştahın zorlaması karşısında, bir ömür boyu “Ben oruçluyum” diyebilmek, birinci cümledeki itirazdan çok, ama çok daha güzel değil midir?..
Yüzkarası copların imha edilip, şuurun,güvenin, insana-hayvana-bitkiye hürmet, muhabbet ve müsamahanın bahar dalları gibi çiçeğe durduğu bir ülkede, gerçek iftarları-kandilleri-bayramları neş’e içinde idrak etmeniz niyazı ile… (9 Ocak 1998)
Henüz yorum yapılmamış.