Maşallah Devlet Sanatçıma
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
AKSİYON’un 64. Sayısında, devlet sanatçısı Suna Kan hanımın büyük Türk bestekarı Dede Efendi ile ilgili olarak şu görüşü yer alıyor: “Müzisyen olan babam bize alaturka dinlemeyi yasakladığı için, ben maalesef Dede Efendi’yi tanımıyorum. Ulusal müzik için bir değer taşıyabilir belki, ama evrensel müzikte yeri olamaz. “Tebrikler Suna hanım, bir devlet sanatçısı olarak derin cehaletinizin hayranı olmamak gerçekten ‘olanaksız’!” Şecaat arz ederken merd-i kıbti sirkatin söyler” demiş Ragıp Paşa, yani “çingenenin yüreklisi hırsızlığını kahramanlık diye anlatır”mış. Suna hanım, kendisiyle konuşan arkadaşımıza “Dede Efendi ne zaman yaşadı?” diye de sormuş. Ben olsam, “Milattan önce 3000 yılında, Papu’lar zamanında” derdim. Bu hatun, eminim, Beethoven’ın da ne zaman yaşadığını bilmiyordur; bilse, başını hemen sağa çevirince yanıbaşında çağdaşı Dede’yi görürdü çünkü.Harika çocuk olarak ömrü yurtdışında geçmiş olan Suna hanım, Beethoven’ın ne zaman yaşadığını bilmese de, 9.Senfoni’yi biliyordur. Ama bu ‘evrensel’eserin içinde ilk defa olarak insan sesi kullanma ilhamını üstadın Mehter müziğimizden aldığını herhalde bilmiyordur. Ta 16. Yüzyıldan beri Batının o evrensel bestecilerini Mehterin etkilediğini, davulun, timpaninin, zilin, üçgenin, senfoni orkestrasına bizden gittiğini, koca koca Mozart’ların, Haydn’ların, Gluck’ların, Gretry’lerin, Rossini’lerin askeri müzik besteciliğini, bizim ‘belki ulusal bir değer taşıyabilecek olan’ Mehterimizden öğrendiklerini, Suna hanımcık nereden bilsin? Bütün bunlar, gören gözler, duyan kulaklar içindir. Gönül kör olunca, göz ne yapsın, kulak ne yapsın?… 1971’de Nihat Erim’in Amerika’dan ithal ‘beyin kabinesi’nde yeni kurulan Kültür Bakanlığı’nın ilk bakanı Talat Halman, Ankara Devlet Konservatuar Salonunda bir Itri konseri verdirmek isteyince kıyametler kopmuş, konser verilsin mi, verilmesin mi diye aydınlar iki kampa ayrılmış, gazete sayfaları –hatırlayacaksınız- harp meydanına dönmüştü. İnönü’nün tehdidi altında N.Erim’in Halman’a baskı yapıp konseri iptal ettirdiği, Talat Bey’in Amerika’da Yunus Emre okuttuğu üniversiteye geri gönderilip bakanlığının da lağvedildiği bu hengamede, işte yine bu Suna hanım, “Devlet Konser Salonunda Itri Konseri verilirse devlet sanatçısı ünvanımı iade ederim” tehdidini savurarak yine şecaat arzetmişti. Demek ki zavallıcığın tanımadığı sadece Dede Efendi değilmiş!..
1981’de, Atatürk’ün doğumunun 100. Yılı münasebetiyle yurt içinde ve dışında çeşitli tanıtma ve kutlama faaliyetleri yapılmıştı, hatırlarsınız. Ben de bu vesileyle, Roma Üniversitesi Türkoloji bölümünün daveti üzerine, rektörlüğün Teatro dell’Ateno salonunda bir ud ve ses resitali vermiştim. Benim gönderilmemim şartı olarak, Dışişlerimizin İtalyanlara kabul ettirdiği piyanist Elif ve Bedii Aran çifti, herhalde onların bir akşam önce 1000 kişilik Aula Magna salonunda 30 kişi önünde verdikleri konserde bulunduğum için olacak, nezaketen benim konserime gelmişler, ertesi sabah kahvaltı salonunda karşılaştığımız da şu ürpertici beyanda bulunmuşlardı: “Akşam harikaydınız.. Bedii de, ben de şaşırdık vallahi; biz böyle bir müziğimiz olduğunu doğrusu hiç bilmiyorduk.” “Suna hanımın şecaatine ne kadar benziyor, değil mi?.. Suna hanımın merhum eşi viyolacı Faruk Güvenç, Batı müziğinin hararetli kalem silahşörlerindendi ve bir ara OPUS adlı bir müzik dergisi çıkarmıştı. Ülkenin her yerinden “satılmıyor” diye iadeler gele gele kısa sürede kapanan bu derginin bir sayısında yer alan karikatür şu: Koltuğunda gazete okuyan adama, flüt çalmaya çalışan yaşlı hanımı şöyle diyor: “Bu kırık flütle Wagner çalacak değilim ya, elbet Dede Efendi çalacağım!” Başlık da şu : Faizant’ın bir karikatürü. Sanki Fransız karikatüristi Faizant, Dede Efendi’yi tanır da onu küçük düşürecek bir karikatürü yaparmış gibi! Düpedüz yüzsüzlük, şuursuzluk, zavallılık. Osmanlıyı yıkarken, Atatürk’ün hayal ettiği çağdaş Türk aydını tipi bu muydu acaba diye çok düşünmüşümdür. Cumhuriyet kurulurken, Batı’dan yarım-yamalak bir şeyler öğrenip kendi kültürünü hiç tanımayan, üstelik bununla da övünen bir okumuş cahiller ordusu yaratılmasının amaçlandığına inanasım gelmiyor; her ne kadar sonuç öyle görünse de… İnönü’nün cebinden çıkardığı bir kağıda eski harflerle bir şey yazıp “oku bunu” diye gösterdiği bakanlar, rektörler okuyamayınca sevinç kahkahaları attığı malumdur. Kendi öz kültürünün cahili olmaktan sevinç ve övünç duyan yönetici ve aydınlara sahip bir başka devlet daha var mıdır dünya üzerinde , bilmiyorum. Japonlar dünya ticaretine hakim, Amerika’yı da yavaş yavaş satın alıyorlar. Ama bilir misiniz ki Japonya sadece ortaokul mezunu olan herkes, 8. (evet sekizinci) yüzyılın Japoncasıyla yazılmış metinleri su gibi okur ve anlar!.. Vazgeçtik 8. Yüzyılın Türkçesinden, siz daha Atatürk’ün “Nutuk” unu bile anlamıyor, uyduruk Türkçenize çeviriyor ve papyon takmakla Batılı oluvereceğinizi zannedip bütün Batılı kargaları güldürüyorsunuz. Devlet sanatçılarınız da Dede Efendi’yi tanımamayı, hatta alay etmeyi çağdaşlık, evrensellik filan zannediyorlar(*). Bir gün biz de, bugünkü halimizi acı bir tebessümle hatırlayacak kadar öz benliğimize kavuşuruz inşallah. (9 Mart 1996)
Henüz yorum yapılmamış.