Musikişinas
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Bu yazının başlığını, ilk bakışta, “musikişinas” olacakken atlanmış talihsiz bir dizgi yanlışı zannedecek okuyucularımız olacaktır. Hemen söyleyeyim ki bu bir dizgi yanlışı değil, doğrusuna bir türlü dilini alıştıramadığımız bir okul arkadaşımızın yanlışıdır (sağ ise kulakları çınlasın). Ne zaman müzik bahsi açılsa, bu arkadaşımız “Sizin gibi musikinişasların yanında bizim zaten …” diye başlar, biz de kahkahadan kırılıp kendimizi masaların altına atardık. Ne güzel, ne tatlıdır okul hatıraları!.. Bu arada dilimin ucuna gelmişken söyleyivereyim, müzisyenlerin bir araya gelince en çok güldükleri okul hatırası nedir, biliyor musunuz? Amacı müziği sevdirmek değil, nota öğretiminde ısrar ederek müzikten nefret ettirmek olan çarpık müzik eğitimi politikamız yüzünden, müzik dersinden her yıl kırık not almış olmaları!… Yoo hayır, müzik eğitimi trajedimizi yeniden konu yapıp bir kere daha içinizi karartmak istemiyorum. Aksine niyetim, yazının başlığından da belli olduğu gibi, sizleri azıcık güldürmek.
Batının dil hegemonyası altında bu kadar uzun süre kaldıktan sonra, bizi şu anda eskiden olduğu kadar güldürmeyebilir ama, sınıfımızda bugün herkesin Filips diye okuduğu ünlü radyo markasını “Filibis” veya “Pı-hı-lı-pıs” diye okuyan arkadaşlarımızlai Beyoğlunda bir zamanlar pek ünlü olan Karlman Pasajına “Karliman Paşazı” diyen arkadaşlarımız da vardır. Oto tamircisinin Fransızsadan aldığımız “şanjman” a (changement) “şanzıman” demesi normal olabilirdi ama, bir üniversite öğrencisinin pasaja “paşaz” demesi bizi saatlerce güldürmeye yetiyordu. Sadece ilk hecesi uzun “hâtıra” yerine “hâtırâ”, “akrabâ” yerine “akrâba”, “alâka” yerine “âlâka” ve “fıkra” yerine “fıkrâ” diyen arkadaşlarımızı düzeltmek için de hayli uğraşırdık. Bu arada, gündelik dilde geçen sözleri herkesin kullandığı basit şekliyle söyleyivermek yerine, ağdalı Osmanlıca tamlamalarda söyleme merakında olan bazı yaşlı kimseler de bizim için büyük bir neş’e kaynağıydı gençliğimizde. “Hoşgeldiniz” yerine, meselâ, “Teşrif-i kudûmunuzla hanemiz müftehir oldu efendim” dendiğini bir düşünün!.. Manasını bildiğiniz zaman çok kibar bir söz olduğunu anlarsınız ama, çoğunluğun böyle bir söz karşısında, Karagöz’ün ince esprisiyle “Ben de senin!” diye içinden cevap vermesi kaçınılmazdır. Aynı sebeple, 1982’de T.İş Bankası’nın teklifi üzerine Ekrem Karadeniz’in “Türk Musikisinin Nazariye ve Esasları” kitabının redaksiyonunu üstlendiğim zaman, gereksiz (hatta zararlı) gördüğüm “… ihticaca salih değildir” türünden ifadeleri, hiç düşünmeden “belge niteliği taşımaz” a çevirip öyle yayımlatmıştım. Zira inancım odur ki, eskilerin “lûgat paralama” dediği bu hastalıkla, “görece kurumsallaşma sorunsalının irdelem gereksinimi” türünden, bir avuç ilerici (?) nin kendi aralarındaki bir tür argosu olan marksist Türkçe arasında hiç fark yoktur.
Dillerin fonetik adı verilen sesbilimi açısından apayrı özellikleri vardır. Yabancı dillerden girmiş kelimeleri, asıl dilindeki gibi değil de, girdiği dilin fonetiğine göre telaffuz etmek, özel isimler dışında, çocukken düşündüğümün aksine ayıp da değildir, eksiklik de. Bizim Fransızcadan alıp asli telaffuzuna göre söylediğimiz “bulvar” kelimesini, Amerikalı, hemen tamamen yazıldığı gibi “bulevard” diye telaffuz eder (Fransızcada yazıldığı halde söylenmeyen son ‘d’si de dahil!). Buna mukabil, Fransız dilinde de ‘c’ ve ‘ç’ sesleri yoktur (onun için Tanburi Cemil Bey’in Fransa’da basılan ilk plak etiketleri “Djemil Bey” şeklindedir, ‘dj’nin ‘c’ sesini verebileceği düşüncesiyle). Yine Fransızlar ‘ç’ sesini de ‘tch’ harfleriyle vermeye çalışırlar. İtalyanlarla İspanyolca konuşan ülkeler kesinlikle ‘ö’ ve ‘ü’ diyemez. Bizim gibi ö’sü, ü’sü olan Almanlarsa, dil dişler arasına değdirilerek söylenen peltek s dillerinde olmadığı için, İngilizcedeki ‘the’ ve ‘this’ gibi kelimeleri ‘zi’ ve ‘zis’ şeklinde söylerler. Bunların hiçbiri kusur değil, dillerin farklı oluşundan kaynaklanan özelliklerdir. Yunancada da mesela ‘ş’ sesi olmadığı için, rum garsonlar “Buyrun pasam!” derlerdi müşterilerine.
En komiği ise, TRT spikerlerinin Arapça kelime veya isimleri, Arapların İngilizlere doğru okutmak için soktukları garip kılıklar içinde söylemeleri. El-Bereket yerine Al Baraka (kırmızı barakanın bereketle ne ilgisi vardır ki?). Mucibürrahman yerine Mucib-ul-rahman vs. Bizim de isim olarak kullandığımız Sadun’u, Araplar Latin alfabesinde ‘Saadoon’ şeklinde yazarlar, Amerikalı Sâ-dûn diye okusun diye. Ama kelimeyi Türkçede bu yazılışla okuyacak olursak, “Saa don, ba gömlek” diye gayet esprili bir anlam da çıkabilir. Rahmetli babam beni –tahsilimi aksatır diye- musikiden soğutmaya çalıştığı zamanlarda (ateş bacayı çoktan sardığı için artık çok geç olduğunun farkında değildi), Acemaşiran makamımızdan “Ahbap kaçıran, dost kovalayan”, Nişaburek makamımızdan da “Nişastalı börek” diye alay ederek bahsederdi. Musikinişas’ın nişastayla pek fazla ilgisi yoktur ama, musiki-şinas –dili dönenler için de, dönmeyenler için de- sözü sohbeti yerinde, tatlı dilli, zarif ve geniş kültürlü, musikiden de iyi anlayan bir çelebidir. Yani “öyleydi” demek istiyorum. (6 Şubat 1999)
Henüz yorum yapılmamış.