Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Sevgili Gençler III

10.09.2017
2.099
Sevgili Gençler III

Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır

Kadem kadem gece teşrifi, Nâili, o mehin
Cihan cihan elem-i intizâre değmez mi?

Ünlü hattatlarımızdan birinin nefis bir talikle yazdığı bu beyti okuduğunuz zaman, çevrenizde “Peki, bu şimdi Türkçe mi?” diyecekler çıkabilir. Bunlara cevabınız şu olacaktır: “Tabii Türkçe, yoksa İngilizce mi zannettiniz?” Ama onlar ısrarla, “Hadi canım, bu bal gibi Arapça!” deyip duracaklardır. O zaman hemen bir Arap bulup yazıyı gösterecek ve ne demek olduğunu soracaksınız. Adamcağız başını eğip, dudağın büktükten sonra diyecek ki:” Ben bunu okuyamam, bu Arapça değil”. Arkadaşlarınız şaşıracak, “Nasıl olur, diyecekler, bu Arapça değil mi?”. Adamcağız yine başını iki yana oynatıp “La vallahi, diyecek, bu Arapça değil!” Arkadaşlarınız bozuldular ya, bu defa “O zaman Farsçadır!” diye tutturacaklar. Siz de hemen bir İranlı bulup beyti gösterecek ve okuyup çevirmesini isteyeceksiniz. O dan aynen Arabın yaptığı gibi başını iki yana oynatıp “Okuyamam ki Farsça değil” diyecek. Arkadaşlarınız bir defa daha bozulup adamın üstüne yürüyecek ve “Peki nece öyleyse?” diye kükreyecekler. O da utana sıkıla, “Efendim, diyecek, manasını pek anlayamıyorum ama, bu herhalde bizim kullandığımız harf stiliyle yazılmış Türkçe bir beyit olmalı..” Ve siz “Peki bu şimdi Türkçe mi?” diye soran arkadaşlarınızın yüzünün ne renk aldığını işte o zaman göreceksiniz. Arab’a okuttular, okuyamadı; Acem’e okuttular okuyamadı ve kendisi Türkçe bilmediği halde “Bu Türkçe olmalı” dedi. Evet sevgili gençler, yukarıdaki beyit Türkçedir, içinde bugünkü Türkçeden bir tek kelime bulunmasa bile (ki öyle değil) Türkçedir ve 17.yüzyıl şairlerimizden Nâili tarafından söylenmiş “değmez mi?” redifli gazelin taç beytidir.

Türkçe, bugünkü çirkin ve bozuk dili kasdetmiyorum, klasik Türkçe, bin yıllık muhteşem bir medeniyetin dilidir. Onu bu derece zengin yapan da , bütün büyük diller gibi, işte bu özelliğidir. İnsanlar içeri-dışarı hiçbirşey sızdırmayan beton sınır duvarları içinde değil, büyük kültür aileleri halinde yaşarlar; bu yüzden de dünyada hiçbir dilin saf kalmış olması mümkün değildir. Hele bir de, hemen her dil, din ve kültürden milyonların yaşadığı, Hindistan’dan Fas’a kadar uzanan bir imparatorluğu düşünürseniz, bir değil, birçok mozayiğin bir araya gelerek nasıl bir dil ortaya çıkarmış olabileceği kendiliğinden ortaya çıkar. Acaba sadece Arapça ile Farsça mıdır bin yıl boyunca Türkçe ile karışagelmiş olan? Bugün artık Türkçeden hiçbir şekilde koparılması mümkün olmayan “efendi” kelimesinin Rumca olduğunu kaç Türk bilir? Ayrıca, bilinse ne olur? Aslı Rumca dahi olsa, efendi, efendilik, efendice, Efendim?, Efendimiz, beyefendi, hanımefendi (halk dilinde “hamfendi”), dede-efendi (Mevlevi eğitiminde bir unvan), kadın-efendi vs. bunların hepsi Türktür. O kadar Türktür ki, yüksek mevkilerdeki şahıslardan, yakın çevrelerindekiler, hiç adlarıyla söz etmezler; “Beyefendi henüz gelmedi”, veya “Hanımefendi bugün çıkmayacaklar” diye konuşurlar. Şimdi siz “efendi” kelimesini Bizanslılardan alan Selçuklu atalarınıza lanet etmeyi, aslı Türkçe değil diye kelimeyi dilden atıp yerine yeni bir şey uydurmayı mantıklı bulur musunuz? Ve birisi uydurmaya kalksa, akli dengesinden şüphelenmez misiniz? İskele ile trafik İtalyancadan, vapur, polis, plan, program,teknik ise Fransızcadan alınmadır (misaller kolayca binlere çıkarılabilir). Hadi söylesin bakalım arı dilciler bunların ‘öz Türkçe’ karşılıklarını da görelim! Ama onların zoru Batıdan giren yabancı kelimeler değil ki.

İşte, sonunda kapatılmak zorunda kalınan Türk Dil Kurumu bize kırk yıl bu oyunu oynattı ve Türk dünyasının öbür devletleriyle dil bağımızı koparmada Sovyetlerin alfabe değiştirerek yaptığını, sözlük değiştirerek yaptı; hayat’ yaşam’a, şart’ı koşul’a ( ‘şart olsun’ yeminini ‘koşul olsun’, ‘üç kere yıkanmak’ anlamındaki ‘şartlanmak’ fiilini ‘koşullanmak’ diye söyleyin bakın, Anadolu size nasıl gülüyor), imkan’ı olanak’a, mümkün’le muhtemel’in ikisini birden olası’ya, sebep’i neden’e, kelime’yi sözcük’e, tesir’i etki’ye, zabıt’ı tutanak’a, misal’i Ermenice örnek’e, tedbit’i saptama’ya –daha sayayım mı?- aşk’ı sevi’ye, şiir’i yır’a, şarkı söyleme’yi ırlama’ya, mısra’yı dize’ye, kadar’ı denli’ye, bütün’ü tüm’e (sanki ‘bütün’ Türkçe değilmiş gibi), cümle’yi tümce’ye, şahıs’ı kişi’ye, hatırlama’yı anımsama’ya ve nihayet –bu cehalet tablosuna daha fazla uzatmamak için kesiyorum- derdin, güçlüğün, anlaşmazlığın, sıkıntının ve meselenin topunu birden ‘sorun’a çevirmekle!.. (2 Kasım 1996)

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.