Esendere Kültür ve Sanat Derneği

Türk Müziğinin Gelişimi

12.09.2017
10.059
Türk Müziğinin Gelişimi

Gerek Sümerlerde, gerek Hititlerde temel çalgıların davul ve zurnaolduğu taşlar üzerine yapılmış kabartmalarda görülmektedir. Davul ve zurna, bugün de Türk köylüsünün çalgısıdır. Bu konuda Türk Kültür Tarihi üzerine inceleme yağmış bir yazarımız şöyle söylemektedir:

“Türk Halkının felsefesine inmek gerekir. Davul ve zurna birer meydan sazı idiler. Meydan ise, halkın istekle ve koşarak geldiği, şen ve şenlik içinde yaşadığı bir yerdir. Böylece davul ve zurna, halkı birbiri ile kaynaştıran, birlik beraberlik ve dayanışma içinde halkı hazırlayan, halkı müşterek istek ve dileklere yönelte, kutlu bir alet ve aracı rolünü yüklenmektedir.”

Türk Kara Kuvvetleri‘ndeki Bölük ve Bataryaların hemen hemen hepsinde bir davul ve bir zurna bulunur. Zamanla Türk çalgılarına bağlama da eklenmiştir. Orta Asya’da iken Türklerin çaldığı vurmalı, üflemeli ve telli çalgıların adları ve resimleri Türk Kültür Tarihikitaplarının dokuzuncu cildinde yer almaktadır. Bu kitapta fotoğrafı yer alan Özbek‘in çaldığı bağlama ile Hititlinin 3600 yıl önce çaldığı bağlamanın benzerliği görülmektedir.

Notasızlık:

Bu konuda, Hüseyin Sadettin Arelşunları söylemektedir:

“Türk Musikisinin muazzam bir tarihi var, fakat tarihi yok. Birbirine zıt gibi görünen bu sözlerin ikisi de doğrudur.

Hakikaten, musikimizin 60 asırlık heybetli bir mazisi varken, ondan bahseden bir tarih kitabı mevcut değildir.

Yazmaktan daha çok yapan, yapmaktan daha az yazan bir milletiz. Hele musiki sahasında yazı kıtlığı, sükutu altın sayan atasözünün varlığından bin kere pişman edecek kadar zararlar doğurmuştur. Musiki hazinelerini ebediyen gömmüş olan bu sükutun birçok çeşitlerini görüyoruz.

Nazariyet ve uygulama bakımından birçok yenilikler yapılmıştır. Sükut.
Büyük müzikçiler yaşarlar ve ölürler. Sükut.
Bestekarlar binlerce, evet binlerce eser yaptıkları halde bunları yazmazlar ve yazdırmazlar. Sükut.
Çok değerli müzik eserlerini ezberlemiş olanlar onları hiç kimseye öğretmeden ahirete götürürler. Sükut.

İşte tuzruhundan bir deniz gibi, sokulduğu yerde hayat izi bırakmayan bu korkunç sessizlik (sükut), Türk Müziğinin Tarihininyazılamayışında en önemli etkendir.

Oysa Orhun Kitabeleri‘nde (yazıtlarında), Türklerin yazısı vardır. Kronoloji, Türklerin yurdunda en az 1000 yıldır müzik çalındığını göstermektedir. Bestekarların doğum yerleri Türk coğrafyasını gösteriyor.

Türkler, Anadolu‘ya geldikleri zaman bir kültürleri ve buna paralel olarak dilleri ve edebiyatları da vardı. Doğal olarak, Anadolu‘da oturan insanların da bir dili, dini ve müziği vardı. Bu mutlaka birbirini etkilemiştir.

Anadolu’ya gelen Türklerin bir kısmı Bektaşi tekkelerinde bağlama eşliğinde semah dönerken, başka bir kısmı Mevlevi tekkelerinde ne ve kudüm eşliğinde sema dönmüş, böylece tekkeler müzik öğretim merkezlerinden birisi olmuştur. Tekkelerde bir de şiir türü ortaya çıkmıştır.

Askerin ruhunu ahenge alıştırmak, yürüyüşünü bir ölçüye bağlamak ve kahramanlık duygularını yüceltmek için, mehter kurulmuştur. Daha sonra Mehterhane adında okulu açılmış ve mehter marşları bestelenmiştir.

Halkın ve ordunun dışında, sarayda, Enderun denen yerde de bir müzik gelişmiştir. Bu müzik daha sonra okumuşlar tarafından da benimsenmiştir. Buradan da bir edebiyat türü çıkmış ve o edebiyattan buradaki müzikçiler faydalanmıştır. Saraya ait müziğin içinde Ermeni, Rum ve Yahudi bestekarlar da bulunmuştur.
Böylece dünyada hiçbir milletin müziğinde olamayan bir ezgi zenginliği ve bu ezgilerle birlikte bir de sevgi edebiyatı doğmuştur. “Yüzünde göz izi var, sana kim baktı yarim” gibi bir mısra, hangi milletin dilinde var?

Bugün yurdumuzda; Edirne‘nin Keşan‘ında dinlenen bir havayı, “curcuna” dan usul tutan bir davul, “muhayyer“den üfleyen bir zurna eşliğinde, Urfa‘nın bir köyünde duyabilirsiniz. Ağrı‘nın Patnos‘unda at üstünde giden geline çalınan ” gelin indirme havasını“, Yozgat‘ın köylerinde de duyabilirsiniz. Müziğimizin Anadolu‘da dağılımı bunu gösteriyor.

Ancak bu üç tür müzik de “ses” e bağlı kalıp, “saz” ı ikinci plana ittiğinden sazlarımız belli bir yetenekte kalmıştır.

Doğal olarak, matematik, fizik ve kimya gibi pozitif bilimlerle mekanikte geri kalmamız, sazlarımızın gelişmesini önlemiştir. Sadece ses müziğine önem verilmesi ve bu müziğin de erkekler tarafından icra edilmesi, kadının hayata karıştırılmaması, batı müziğindeki gibi dörtlü ve beşli aralıklarla terennüm edilmesine ihtiyaç duyulmamıştır.

Başka bir etken de, Cumhuriyet dönemine kadar din adamlarının çoğunluğu müziği günah saymış ve halka da bu yönde telkinde bulunmuşlardır. Sazların gelişememe sebeplerinden biri de bu geri kafalı insanların davranışları olmuştur.

Türk Milleti dünyanın en eski milletlerinden biridir. Müziğinin de kendisi kadar eski olması gerekir. Ancak notasızlıktan yani okuma yazma bilmemekten dolayı, pek çok müzik eseri maalesef unutulmuştur. Bu konuda Dr.Suphi Zühtü (Ezgi) de, Sadettin Arel ile aynı görüştedir ve şunları söylemektedir:

“Bize intikal etmiş, elimizde mevcut olan saz ve söz eserlerimiz takriben 3000 kadardır. Bunlar 400 veya 450 seneden beri, Osmanlılar zamanında gelip geçmiş bestekarların bestelediklerin arta kalanlardır. Bu 450 yıl zarfında, bestelenmiş ve fasıl mecmualarında gördüğümüz takriben 25.000-30.000 kadar eser, nota kullanılmayışından dolayı kaybolmuştur.”

Görüldüğü gibi, bu bilgiyi veren kitabın basım tarihi 1940 olduğuna göre, bu tarihten 400-450 yıl öncesi 1490-1540 yıllarında gitmektedir. Yani Fatih Sultan Mehmet devri ile Kanuni Sultan devrinin ortasıdır. Bu devirlerden önceki bazı padişahlar döneminde Edvar denen müzik teorileri ile ilgili kitaplar yazılmışsa da, bunlar nota değildir.

Oysa Türk Milletinin, şimdilik bilinen ve M.Ö. 200’lere kadar uzanan bir tarihi vardır.Bu dönemlere ait yazılı notalarımız olmadığı için, o zamanki müziğimiz bilinmemektedir. Bundan dolayı Osmanlı Devleti‘nin 17. yüzyıldan sonraki dönemlerinde , müziğimizin nota ile tespit edilmesi için, Ebced notası, Ali Ufki‘nin (1610-1685), Osman Dede‘nin (1652-1730), Kantemir‘in (1673-1723) ve Hamparsum‘un (1768-1839) notaları kullanılmışsa da, kayıplar önlememiştir.

Bu çağda bile, bazı koleksiyoncular bu kültürün üstüne yatmakta ve ellerindeki eserleri yayınlatmamaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğu‘nun yöneticileri, 17.yüzyılın sonundan (1699) itibaren, devletin gerilediğinin farkına vararak bunları gidermeye yönelmişlerdir. III.Selim (1761-1808) zamanında ilk defa yabancı ülkelere elçiler gönderilmiştir. Elçiler, bulunduğu devletin gücü ile ilgili raporlar göndermekle görevlidirler. Şüphesiz yabancı ülkelerin kültür hayatı ile ilgili raporlar da göndermişlerdir. III. Selim gibi aydın kafalı ve ileri görüşlü bir padişah zamanında, Dede Efendi ile Bethoven‘in birbirlerini tanımamış olmaları insanlık için büyük bir kayıptır, tanışmış olsalardı şüphesiz müzik dünyası çok şey kazanırdı.

19.yüzyıl, batı emperyalizminin en sert yıllarıdır. Hedef ülke de daha ziyade Osmanlı İmparatorluğu‘dur. Ordu devamlı olarak yenilmekte ve ülkeden topraklar kaybedilmektedir. Bunlara bir çare arayan II. Sultan Mahmut, önce ordu işini ele alarak Yeniçeri teşkilatını kaldırmış, yerine modern bir ordu kurmak istemiştir. Yeniçerilerle birlikte Mehterhane de kaldırılmıştır.

Napolyon‘un bando şeflerinden olup , birlikte Elbe Adası‘ndan dönen ve Vaterlo bozgunundan sonra güç durumda kalan Gaetano Donizetti (1788-1856), biraz da mülteci gibi, fakat Sultan II.Mahmut‘un daveti üzerine, Osmanlı Saltanatı Muzıkaları Umum Müdürü olarak 7 Ekim 1827 tarihinde İstanbul’a gelmiştir. Zamanla paşalığa kadar yükselmiş, çok çalışmış ve İstanbul’da ölmüştür. Çeşitli sazlar için birkaç İtalyan öğretmen daha getirilmiş, sarayda bando, orkestra ve balet meşkhaneleri açılmıştır. Böylece müzik da ikilik doğmuştur. Sultan Abdülmecid zamanında burası hakiki bir konservatuar gibi olmuştur. Donizetti‘ye verilen ilk öğrenciler iyi ailelerin çocukları olmuştur. Ayrıca sadece kadınlardan 60 kişilik bir orkestra,bir selamlık orkestrası, küçük saz takımları ve bir bando kurulmuştur. 1840 yılında Beyoğlu’nda opera oynatılmış. Sultan Abdülaziz tahta çıkınca, Beyoğlu’ndaki temsilleri durdurmuş. Ancak Avrupa gezisinden sonra tiyatroların açılmasına müsaade etmiştir. Abdülhamit ise, saray muzıkasının yükselmesini istemiş, Avrupa’ya öğrenci göndertmemiştir. Türk kadının tesettürü yüzünden karma korolar kurulamamış, toplu müzik yapılamamış, sanat dernekleri kurulamamıştır.

Müzikçilere batı notası öğretilmiş ama, eserlerin sözleri, sağdan sola doğru giden Arap alfabesi ile yazıldığı halde, notaları soldan sağa giden batı notası ile yazılmıştır.

Türk Müziğinin eserleri batı sazları ile çalınmaya başlanmış, hatta çok sesli hale getirilmiştir. Batı sazlarını kullanıldığı Faslı Cedid’ler kurulmuştur.

Tanburi Cemil Bey, 1902 yılında yazlığı “Rehberi Musiki” adlı eserinde şöyle demektedir:

“Görüldüğü üzere,yarım seslerle beraber bir oktavın içinde 12 derece, 12 kısım veya 12 ses vardır.Fakat buna karşılık Türk Müziği, bir oktav içindeki 24 dereceyi veya sesi kapsar. En eski teorilere göre, daha öz olan Türk müziğimiz.

Bu da, batılıların bir tam sesi iki eşit kısma ayırmaları ile yetindikleri halde, bizim üç kısma ayırabilmemizden kaynaklanmaktadır. Bu suretle bir oktav içinde sahip olduğumuz çok çeşitli fasılalı seslerle oluşan birçok makamlarımız vardır.”

Tanburi Cemil Bey’in oğlu Mesud Cemil, babasının bu kitabı hakkında şunları yazmaktadır.

“1318’de (1902), Tanburi Cemil, “Rehberi Musiki” sini neşretmişti ki, bu kitap Türk Musikisini (Musiki Osmaniye) Garp Musikisi sistemi ile yan yana anlatmaya ve eski sanatımızın Edvar kitapları dışında , modern anlamda izahını yapmaya çalışan ilk eserdir.”

Tanburi Cemil Bey‘den sonra, Rauf Yekta, 1922 yılında, Türk Musikisi ile ilgili Fransız Ansiklopedisi’ne, Fransızca bir makale yazmıştır. Türk müzik sistemi ile ilgili son çalışma, 1933 yılında, Hüseyin Sadettin Arel – Dr.Suphi Ezgi ikilisi tarafından yapılarak beş ciltlik “Nazari ve Ameli Türk Musikisi” kitapları basılmıştır. Rauf Yekta, Sadettin Arel ve Dr.Suphi Ezgi’nin kitapları incelendiği zaman, Tanburi Cemi Bey’in kitabından faydalandıkları anlaşılmaktadır.

Abdullah Şevki Öztekin’in Atatürk’ün Sevdiği Şarkılar, Türküler ve Marşlar kitabından alınmıştır.
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.