Yazı II
Cinuçen Tanrıkorur’un “Biraz da Müzik” adlı kitabından alıntıdır
Okuyucularımızın sıhhat, afiyet ve huzur içinde nice bayramları idrak etmelerini can u gönülle niyaz ederim… Geçen yazıya, yazı yazmayı hiçbir zaman fazla sevmediğimizi söyleyerek başlamış, ama hat konusunu –hem sanat, hem geçim aracı olarak- hariç tutmuştum. Bu yazıda bir güzel sanat dalı olarak hatta verdiğimiz önemden söz etmek istiyorum. Duymuşsunuzdur. “Kur’an Mekke’de nazil oldu. Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” diye pek ünlü bir söz vardır. Bu tabii Kahire’den başka yerde güzel Kur’an okunamaz veya İstanbul’dan başka yerde güzel yazılamaz demek değildir. Ancak bu söz Mısırlı hafızların Kur’an okumadaki üstünlüğünü, İstanbullu hattatlarınsa yazı yazmadaki rakipsizliğini belgeleyen bir hükümdür. Nitekim imparatorluk asırlarında Kahire akademilerindeki hatt hocalarının hemen hepsi Türktü. Araplara kendi yazılarını güzel yazmasını bizim öğretmemiz, güzele-güzelliklere-bir işi en güzel şekilde yapmaya ezelden tutkun olduğumuzun bir göstergesidir. Batının, açık veya gizli Türk düşmanlığından (o da harpçi olmamızdan ve bu işi de güzel yapmamızdan tabii) bize karşı hep Arabı-Acemi-Hindi tutmuş, araştırmış ve yüceltmiş olmasına rağmen, Arabın dili dışında nesi varsa (mimarisi, yazısı, süslemesi, cildi, tezhibi, müzik aleti yapıcılığı) bizim elimizden çıkanlarla kıyaslanınca çok kaba-saba kalır. Onnik yapısı bir Türk udu, mesela, tek kapılı spor bir Alfa Romeo ise, en usta lutiyenin elinden çıkmış bir Arap udu, her yerindeki kaba ahşap-fildişi kakmalarla o kadar hantaldır ki, bizimkinin yanında bir kömür kamyonundan öteye geçmez. Acemlerin milli yazı karakteri olan ‘talik’ı dahi Türkler daha güzel yazmışlardır.
Bütün güzel sanat dalları gibi hatt sanatı da bir ömür törpüsüdür. Kurşun, dolma veya tükenmez kalemi elinize alır almaz yazdığınız gibi hemen yazamazsınız. Hele herhangi bir kağıt üzerine hiç yazamazsınız. Onun için işe kağıdınızı yapmaktan başlamanız gerekir. Mesela 135 gr. gibi kalınca bir top kağıt alıp masanızın büyüklüğü ölçüsünde keserek ‘ahar’ lamanız gerekir. Bu işlem kağıda fırçayla, şapla kestirilmiş taze köy yumurtası akı sürmekle başlar. Kağıdınız kuruyunca dönecek, siz de onu bir tür ıstaka olan mühre ile enine-boyuna sıvazlayarak kıvrımlarını açacak, sonra dümdüz olması için presleyeceksiniz. Bu daha kağıdın hazırlanması! Sonra sıra mürekkebe gelecek. Kırtasiyecide satılmadığı için onu da kendiniz, erimiş halde arap zamkı içine ( gazyağını fitille yakıp elde edilen) is karıştırıp uzun uzun dövmek suretiyle yapacaksınız. Ve nihayet sıra kaleme gelecek; daha doğrusu, çeşitli kalınlıkta yazılar için değişik çapta kamışlardan açılmış, uçları inceltilip belli açıyla kesilmiş kalemlere. Bütün bu işler için gereken aletleri de kendiniz yapmaya hazır ve kabiliyetli olacaksınız. Ve son işlem; aharlı da olsa kağıdın üzerindeki en küçük yağ tabakasının dahi kalmaması için tebeşir tozu serpip tüylü bezle sileceksiniz.
Sonra sıra harf yapmasını öğrenmeye gelecek ve bir tek harfi öğrenmek yıllarınızı alacak. Mesela D (dal), R (rı) ve V (vav) harflerinin alt ucundaki üçgeni doğru yapabilmek için, kamışın burnunu ne zaman, ne kadar kaldırıp hafifçe sola döndüreceğinizi, bu harfleri binlerce defa yazdıktan sonra öğreneceksiniz. Harflerin baş, orta ve sondaki değişik şekillerini ve birbirleriyle birleşmelerini, ayrıca 5-6 çeşit yazı uslubunun özelliklerini de bu sırada öğreneceksiniz. Aldığı keman eğitiminin etkisiyle perdelere çok fazla sert ve acı bastığı için yaylı bir sazın akıcılığını sağlayamayan (hoca yokluğunda bana gelen) Amerikalı bir yaylı tanbur öğrencime “ O perdeleri yok farzederek, sadece kulağının sevk-i tabisiyle, suyun üzerinde yürür gibi bir yumaşaklıkla parmaklarını süzerek çal” demiştim. İşte hatt yazarken de elin , kalemi tutmuyormuş gibi bir rahtlık, sükunet ve yumuşaklıkla nefes gibi akması gerekir. Bütün bu şartlar, tabii, kalem-çizgi-resim kabiliyetinin yanında, sonsuz bir sabrı da gerektiren şeylerdir. Sabır ise önce çok büyük bir aşk, kararlılık, aç kalmaktan korkmama ve daima en azla yetinme, bunların sonucu olarak da derin bir iç-dış huzuru ister. Eski dergahlarımız,insanı en ham halinde alıp 1001 güne kadar varan çeşitli eğitimlerle teslimiyeti, sabrı ve durmadan çalışmayı öğreten insan pişirme mutfağıydılar. O zamanki toplumumuzda, kendi iç dünyalarıyla barışık, çevreleriyle ahenk içinde insanlarımız vardı. Her gün beş defa el-yüz-ayak yıkıyarak vücut elektriğini topraklar, erken yatıp erken kalkar, namazın verdiği fizik zindeliğiyle çok uzun yıllar sağlıklı yaşar ve çalışırlardı. Hattatlarımız, mimarlarımız, müzehhib ve mücellidlerimiz, taş ve ahşap oymacılarımız, bestekarlarımız ve müzik aleti yapıcılarımız, onun için dünyanın en büyük sanatkarlarıydılar. Önce kendimizle barışıklığımız bitti, sonra manevi ahengimizle huzurumuz bitti; tüketim üretimi ezdi, ekonomimiz bitti. Sabır, kanaat ve uzun süreli eğitime dayalı sanatlarımız da kepenkleri kapatıp birer birer çekip gittiler. Ortalık her türden zabaladibiloşlara kaldı!.. (18 Mart 2000)
Henüz yorum yapılmamış.