Yesâri Asım Arsoy Eserleri
“Ben Allah’a Âşıkım”
“…Benim aşkım, ben doğmadan önce doğmuş. Ben doğunca aşkımı bana muntazır buldum. Bu aşk hem mecâzi mânâda ve hem de hakiki mânâdaki aşktır. Esasen insan, nasıl ki çocukluktan sonra delikanlılık ve olgunluk çağlarını idrak ederse, hakiki aşk da mecâzi idrakten sonra kendini gösterir. Yâni; mecâzi aşk, hakiki aşkı idrak için bir vesile olmaktadır. Benim de karşıma aşık olabileceğim bir kadın çıkmıştır.Çünkü bir kadına aşık olmak demek, bu aşkın mecâzını yaşamak demektir.
Her şarkım, aşkımın bir ifadesi değildir. Her ne kadar san’at bir aşk meselesi ise de bunun muhakkak surette bir kadına duyulan aşk olması gerekmez. Bu âlemde insan aşkını harekete geçirecek canlı ve cansız birçok âmiller vardır. Bu, yaprağın hafifçe kımıldaması, bir ağacın hışırtısı, güzel bir manzara, güzel bir hareket olabilir.
Velhasıl, insan ruhunda bir ahenk ve heyecan uyandırabilen her ne var ise bütün bu iyi ve güzel şeyler, benim ruhumda bir melodi, hoş ve tatlı bir ürperti ile karışık bir nağmenin canlanmasına vesile teşkil ediyor.
Burada bir hususu açıklamak istiyorum.
Hakiki bir aşk insanı her ne kadar yükseltir ve huzura kavuşturursa, aşırı mânâda mecâzi bir aşk da insanı ve hele bir bestekârı birçok tehlikelere sürükler…
Bir kadına karşı duyulan çılgınca bir aşk bizi mânen o insanın esiri haline koyar. Hareketlerimizi ve düşüncelerimizi sanki o kadın idare ediyor gibi bir hâle düşeriz. Artık biz şahsiyetimizi ve davranma kabiliyetimizi kaybetmiş gibi oluruz. Herşey bize yabancıdır ve bizim için kâinatta sadece o kadın vardır.
İnsanı , kukla vaziyetine düşüren bu nevi aşk, her insan ve bilhassa bir bestekâr için çok tehlikelidir. Bestekâr, san’atını unutur ve gün geçtikçe mânen ve maddeten sönmekte devam eder. Fakat bir insan ki aşka müptelâ olur ve aynı zamanda nefsini de kaybetmezse o insan Allah nezdinde en mûteber yere ulaşır.
Aşk, mukaddes bir şeydir. Onu lâyık olduğu mertebede tutmalıyız.
Ben bu kâinata, Allahın yarattığı her şeye aşıkım. Benim en büyük aşkım yüce Allah’tır.”
YESÂRİ ÂSIM ARSOY
****************
Altan Delorman anlatıyor;
Masanın üzerindeki kitabın kapağını usulca açıyorum. İlk sayfada Mustafa Nafiz Irmak ismi büyük puntolarla yazılı. Yanında bir ithaf. Sayfaları çevirip bakıyorum. “Güfteleri Fitnat’ın yazdığı birçok plağı vardı”.
Kim bu Fitnat Hanım? Yesari’nin hayatında nasıl bir iz bırakmış? Kader, onları birbirinden ayırmış?
Seneler seneler sonra, Yesari, Fitnat Hanım’dan ve onunla ilişkisinden şöyle bahsedecektir: “Zamanın tanınmış ailelerinden bir hanımla aramızda gönül inkılâbı olmuştu. O hanım meğer benim sihrime tutulmuş”. Evet, ama ünlü bestekâr, onun sihrine tutulmamış mı? Ne var ki, Yesari artık yaşlıdır, evlidir ve köşesine çekilmiştir. Terbiyesi ve asaleti, ancak bu kadarını söylemeye izin veriyor.
Bayağılaştırmadan yaşamak başlıbaşına maharet. Ya aşk? Köklü olacak yahut onu yaşayanların gönülleri yücede. Bazen her ikisi de… Biraz da bohem bir muhit içinde yaşadığı farzedilen bestekârı daldan dala, çiçekten çiçeğe konan kelebek sananlar çıksa da, o, gerçek aşkın yolcusu. Gönül alâkalarında da, Allah yolunda da çizgisi bu.
Fitnat Hanım’ın bütün benliğini kavrayan aşkı, biraz endişe, biraz da karamsarlık bulutlarıyla gölgelenmiş bir güftede Yesâri Asım’a hitap ediyor: “Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır”. Böylesi samimi mısralar, engin bir hassasiyete ilham vermesin, olur mu?
Fitnat Hanım’ın mısralarını, Yesâri’nin notaları gönül feryadına çeviren ustalığıyla ölümsüz bir besteye dönüşüyor ki halâ zevkle dinlemekteyiz.
Sonra bir yenisi daha:
“Açmazsan eğer kalbime sen yar-i hicran / Yıllar çekemez aşkıma bir perde-i nisyan / Hep bûy-i vefâ koklar iken bûselerinden “
Bu defa daha sıcak, daha sokulgan, daha kararlı, Yesâri’nin cevabı bir segâh bestedir, “Sevda yaratan gözlerini her zaman öpsem”.
Yesâri’nin güzel bestelerini verdiği yıllar, bir senede bazen otuz şarkı. Dalga dalga gelen bu ilhamın perde arkasındaki kadına musikimiz çok şey borçlu.
“Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır” o kadar beğenilmiştir ki, “Yesâri bir daha bunun gibi beste yapamaz” sözleri almış yürümüştür. Yesâri’nin bu söylentileri cevabı, yepyeni ve müthiş bir besteyle, gayet sanatkârâne olacaktır. “Ömrümce o saf aşkını kalbimde yaşatsam / Kirletmem onu kendimi hicrâna da atsam / Bezminde geçen bir geceyi bin yıl uzatsam / Doymam o güzel sinede bin ömür ile yatsam”
Ama hangi büyük aşk, bütün arzulara ve bûselerle mühürlenmiş bütün kararlara rağmen daimi beraberliklerin garantisi olabiliyor? Çok nadir. Yazık ki böyle Yesâri Asım ile Fitnat Hanım’ın beraberliklerinde bir Romanya seyahatinde, belki de beklenmedik bir anda bitiveriyor. Kapris mi, gurur mu, bencillik mi, işte her neyse, Fitnat Hanım, İstanbul’a tek başına dönüyor. Korkuları son bir ayrılık bestesi gibi, gelip çatıyor.
Peki o sevgi bitiyor mu? Yahut, şöyle diyelim: O sevginin hatıraları unutuluyor mu? Bence hayır.
Eğer unutulsaydı, çok yıllar sonra, Fitnat Hanım, Bağlarbaşındaki evine gelen tamircilerin, Yesâri’yi yakından tanıdıklarını anlayınca heyecanlanıp kendisine selamlarını iletmelerini rica eder miydi?
Eğer unutsaydı, Yesâri bu haberi aldığı zaman, bir otomobille, Fitnat Hanım’ın evinin yakınına kadar gider ve yukarı çıkmadan, arabanın içinde oturup ondan gelecek iyi haberleri orada, öylece bekler miydi? Aynı havayı teneffüs etmenin romantizmini, liseli bir delikanlının titreyişiyle duyabilir miydi?
************************
Osman Nuri Özpekel anlatıyor:
Bu yazıda okuyacaklarınız Yesâri Asım Arsoy’un ağzından, çeşitli zamanlarda dinleyip not aldığım ve mâlesef sayıca çok az olan hatıralardır. Herkesin sorup da doğrusunu bilemediği sorular bu yazı ile bir ölçüde cevaplanacaktır. Meselâ, Hisarlar’daki “Genç kız” kimdir? Sarıyer’de tanışılan hanım kimdir? Akşamları ufuktan süzülüp giden kimdir? Bir akşam gelmeyen kimdir?
Üstad sıcak bir sonbahar gününde Anadolu Hisarı yakınlarındaki Göksu Çayırı’ndan güneşin batışını seyrederken Savanora Yatı birdenbire bütün haşmetiyle Boğaz’ın sularından sessizce aşağıya doğru süzülür. Bu esnada, tarihi Yat’ın gölgesi üstâdın dinlenmekte olduğu çimenleri kaplar ve yavaşça kaybolur. Bu muhteşem güzellik karşısında ilhâmın perisini yakalayan büyük bestekâr şaheser Nihavend şarkısını besteler. “Sonbaharı bir genç kızla hisarlar’da geçirdim”. Kendi ifadesiyle şarkı tamamen “muhayyel” dir.
Üstad birgün Cağaloğlu’nda bir işini halletmek üzere yokuştan yukarı çıkarken sarışın ve güzel bir hanım selam vererek hatırını sorar. Üstadın kendisini tanımadığını görünce de hatırlatmak zorunda kalır: Sarıyer’de bir Konak’ta aylar evvel yapılan bir mûsiki toplantısında üstad sabaha kadar çalıp söylemiştir ve hanım da o toplantıda bulunanlardan biridir. Üstad üzülerek;hanıma kendisini tanıyamadığını söyler ve ayrılır. Fakat bu hanımı tanıyamamanın verdiği hüzün onu huzursuz eder. Cağaloğlu’ndaki işini halledip yokuştan aşağı inerken bu huzursuzluk tanıyamadığı hanımın ağzından dökülen mısralara dönüşür:“Sarıyer’de tanıştığım bir hanım /Düşünme pek karşındayım a canım”
bu sultanıyegâh makamındaki enfes şarkıyı iki dakika kadar konuşup tanıyamadığı hanımın duyduğu üzüntüyü hissederek bestelemiştir.
Merhum bestekâr ve kemânilerden birinin kızkardeşi üstâda tek taraflı plâtonik bir aşk duymaktadır. Hiçbir zaman karşılık alamayacağını bildiği halde bu aşk, başka bir beyle nişanlanarak sonuçlanır. Daha sonra Taksim meydanındaki bir karşılaşmalarında hanım, üstâdı düğüne davet eder. Bu düğüne gidemeyeceğini kibar mazeretle söyleyen üstâd, hanımın yüzündeki ifâdeden ne kadar üzüldüğünü sezer. Bu üzüntüyü yüreğinde derinden duyan ince ruhlu sanatkâr yine onun ağzından şu mısraları mırıldanır: “Bir akşam gelmedin insaf etmedin / Gelip de gönlümü alıp gitmedin”. Uşşak makamında bestelenen bu mısralar hiç yaşanmayan masun bir aşkın neticesinde ortaya çıkmıştır.
Şükûfe Nİhâl ile Yesâri Asım Arsoy birlikte bir Ada gezintisi yaparlar. Edebiyat ve şiir sohbetinin yanı sıra, Ada’nın bütün ilhamları bahşeden havası, çamları ve denizinin güzelliğinin yaşandığı gün, bir fayton gezisi ile tamamlanır. Faytonda Şükûfe Nihâl üstâda bir dörtlük okur. O günün sonunda yalnız kalan bestekâr dörtlüğü Kürdilihicazkâr makamında besteler: “Akşamlar ufuktan süzülüp gittiğin andır / Dağlandı gönül ateş-i aşkın ne yamandır / Açmaz bu viran bahçede gül bunca zamandır / Dağlandı gönül ateş-i aşkın ne yamandır”.
Refik Fersan’ın hanımı Fahire Fersan bir dil alışkanlığı ile hemen her sözün başında “iki gözüm” tabirini kullanmaktadır. Çok derin saygı duyduğu Fersan âilesiyle daim sohbetleri olan üstâd, kardeşi ittihaz ettiği Fahire Hanım’ın bu lâtif sözlerini büyük samimiyetle Hüzzam bir şarkısında kullanmıştır: “Sensiz benim halim ne olacak “İKİ GÖZÜM” / Çiçekler gibi ömrüm solacak “İKİ GÖZÜM” “
KAYNAK:Dr. Bülend GÜNDEM- Yesari Asım Arsoy Hayatı ve Eserleri
Henüz yorum yapılmamış.