Mesud Cemil (1902-1963)
Mesud Ekrem Cemil 1902 yılında, İstanbul’un Cağaloğlu semtinde doğdu. Dahi sanatkar Tanburi Cemil Bey ile Saide Hanım’ın oğludur.Okul çağına gelinceye kadar babasının sanat atmosferi içinde büyüdü; evlerinde gelen büyük sanatkarları tanıdı. İlkokul çağına gelince babası okumasına karşı çıkmış, edep ve terbiye yeri olarak kabul ettiği Mevlevilik tarikatına intisab ederek Mevlevi dervişi olmasını ya da bir sanat öğrenmesinin doğru olacağını ileri sürmüştü.Uzun tartışmalardan sonra, o zamanki okula başlama törenleri yapılmamak kaydiyle ilkokula başlatıldı.Okula başladıktan sonra da oğlunun dersleri ile ilgilenen Cemil Bey, genel kültürünün ilerlemesi için çalışmalar yaptırır ve Fransızca öğretmeye çalışırdı. Orta öğrenimini 1914-1918 yılları arasında İstanbul Sultanisi’nde tamamladı.
1920 yılında “Hukuk Mektebi”ne başladı ise de Şerif Muhiddin Targan ve hocası Sadeddin Arel’in tavsiyesi ile yarıda bırakarak musiki öğrenimi için Berlin’e gitti. Burada Stern Konservatuarı ve Müzik Akademisi’nde okudu. Akademinin hocası olan profesör Hugo Becker’in öğrencisi oldu. Bu sıralarda Almanya’da buluna Ali Sezin ile Mahmud Ragıp Gazimihal’i tanıdı; müzikolojiye yöneldi. Gazimihal’in aracılığı ile Curt Sachs, Hornbostel, Robert Lachmann gibi musiki bilginleri ile de ilişki kurdu. Berlin Üniversitesi Psikoloji Enstitüsü’nde ses arşivi ve folklor incelemeleri yaptı. Genel kültür, edebiyat, sanat, dilbilgisi gibi konularda türlü yönlerden istifadeler sağladı.
O yıllarda annesi ağır bir hastalıktan rahatsızdı.Henüz öğrenimini tamamlamadan 1924 yılında İstanbul’a döndü. 1925 yılında Darülelhan’a tanbur öğretmeni olarak atandı. Aynı zamanda solfej ve nazariyat okutuyordu. Yarım kalan öğrenimini tamamlamak için Edebiyat Fakültesine kaydoldu.Batı musikisine de aynı güçle çalışıyor, 1925-1927 yılları arasında Cemal Reşit Bey ve Muhiddin Sadak’la “Union Française” konserlerine katılıyordu. Kitabımızın “Türkiye Radyolarının Tarihi” bölümünde görüleceği gibi, ilk İstanbul Radyosu Eyüp’ün Osmaniye semtinde yayın hayatına başlamıştı. Mesud Cemil burada yayın şefi, spiker, başspiker, kadrolu sanatkar, idareci olarak kapanıncaya kadar çalıştı. 1938 yılında bugünkü Ankara Radyosu hizmete girince, Türk Musikisi yayın şefi olarak görev aldı. Türk ve Batı musikileri idari açıdan birleştirilince “Müzik Yayınları Şefi” oldu. 1940’da Ankara ve Türkiye Radyoları müdürlüğüne getirildi.1951 yılında radyo müdürü olarak İstanbul’a nakletti. Bu sıralarda İstanbul Konservatuarı’nda folklor hocalığı yaptı.
Ankara’da bulunduğu yıllarda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin Türk Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha önce bir eğitimci olarak çeşitli okullarda görev almıştı. Almanya dönüşünden sonra Gelenbevi ve Pertevniyal liselerinde musiki öğretmenliği yaptı (1930).Ankara’da da bu durumu sürdürerek sırasıyla şu okullarda çalıştı;
– 1938’de Gazi Eğitim Enstitüsünde viylonsel,
– 1944’de Ankara Devlet Konservatuarı’nda yüksek kompozisyon sınıfına, Klasik Türk Musikisi Tarihi dersleri verdi.
– 1948’de yine aynı okulun viyolonsel öğretmenliğine getirildi. 1959’da Türkiye Radyoları baş müşaviri oldu ve bu görevde iken emekliye ayrıldı. Emekli olduktan sonra da saz sanatkarı,öğretmen ve koro şefi olarak hizmet etti.
Mesud Cemil dış gezilere de katıldı, yabancı ülkelerde memleketimizi temsil etti. ”Doğu Musikileri Kongresi” için 1932 yılında Rauf Yekta Bey ile Kahire’ye gitti. 1935’de Viyana’da konferanslar verdi. 1955’de Cevdet Çağla ile birlikte, Irak hükümetinin daveti üzerine Bağdat’a giderek, dört yıl süreyle “Güzel Sanatlar Enstitüsü Şark Musikisi Bölümü” şefi ve profesörü olarak çalıştı; 1959’da İstanbul Radyosu’ndaki görevine geri döndü. UNESCO’nun 1960 yılında Paris’de düzenlediği “Çağdaş Bestekarlar Festivali”ne katıldı.
1963 yılının sonbaharında “lösemi” teşhisiyle Haseki Hastahanesi’ne kaldırıldı. Yapılan bütün tedavilere rağmen 31 Ekim 1963 Perşembe günü vefat etti.1 Kasım 1963 günü, eşinin isteği üzerine cenazesi hastaneden alınarak Erenköyü’nde bulunan evine getirildi. 2 Kasım 1963 cumartesi günü sanat ve fikir adamları, dostları, öğrencileri ve arkadaşlarından oluşan büyük bir toplulukla kılına namazdan sonra Sahrayıcedid Mezarlığı’nda toprağa verildi. Eski arkadaşı ve sanat yoldaşı Ruşen Kam’ın, defin sırasında Tanburi Necdet Yaşar’ın koluna girerek üzgün ve yorgun bir ifadeyle “ömrümün yarısını götürdü” dediğini sayın Yaşar’dan işitmiştim.İlk eşinin ölümünden sonra şair Celal Sahir’in kızı Berrin Hanım’la evlendi. Her üçünden de çocuğu olmadı.
Musiki Öğrenimi ve Musikişinaslığı:
Hakkında yazılmış pek çok yazıda “on iki yaşında babasından tanbur, kemençe ve solfej dersi aldı” diye söz edilir. Aysa Mesud Cemil babasını çeşitli sazlar çalarken izlemiş, sağ ve sol el tekniği yönünden hafızasında bir şeyler kalmış olabilir; fakat tanbur dersi almamıştır.Bunları anılarında da anlatır.O soyundan gelen kabiliyeti sayesinde bu sanattaki gelişme ve ilerlemisini daha ileriki yıllara bırakmıştır.
Babasından aldığı solfej ve kemençe dersine gelince, bu da çok sınırlı kalmıştır. Annesinin dayısının kızı bir yaz tatilinde Cemil Bey’den kemençe dersi almaya gelmiş. İşte bu sıralarda Cemil Bey bu iki çocuğa aynı zamanda basitçe nota okumayı, kemençede Asım Bey’in rast peşrevinin birinci hanesini çalmasını, Ordu Marşı ile birkaç şarıkıyı öğretmiş. Küçük usullerde hafif, fahte,devrikebir gibi büyük usülleri göstermiş. Yeğeni evine dönünce dersler de yarıda kalmış.Oğlunun musiki öğrenimine önceleri isteksiz olan Cemil Bey sonraları tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Ercümend Ekrem Talu anılarında bu konuya şöyle değiniyor “….Musikimizin muhallel üstadı Tanburi Cemil Bey merhum beni dostluğu ile mübahi etmişti. Her haftanın muayyen bir gecesi, Abdülhamid Han’ın damadı ve benim çocukluk arkadaşım Fahir’in kışın Nişantaşı’ndaki konağında, yazın Erenköy’ündeki köşkünde buluşurdur. O buluştuğumuz gecelerin manevi değerini başka münasebetlerle bazı gazete ve mecmualarda çıkan yazılarımda belirtmeye çalışmış olduğum için, bugün aynı mevzua avdet etmeyeceğim. Zaten şimdi hedefim üstadın kendisi değil, aynı kıymetteki oğludur. Cemi Bey oğlundan bize, Fahri Bey’le bana bir iki defa bahsetmişti.”
“— Musikiye istidadı var…diyordu. Fakat keşke olmasaydı! Çünkü duyarak çalarsa, kendi bedbaht olur. Duymayarak çalarsa musikiyi bedbaht eder”
“Üstadın sağlığı boyunca ve dostluğumuzun devam ettiği müddetçe o sanatkar evladın yüzünü görmedik. Cemil Bey en kıymetli varını en yakın dostlarından bile kıskanıyor gibiydi ve saklamıştı.”
Musiki çalışmalarına on iki yaşında kemanla, Viyanalı Daniel Fitzinger’den ders alarak başladı. Batı musikisi öğrenimi görmesine rağmen, doğuşundan beri içinde bulunduğu ortam ve kulak alışkanlığı onu Türk Musikisi’ne itiyordu. Mesud Cemil bu duygularını şu anlamlı satırlarla dile getiriyor; bu derslere nasıl başladığına değindikten sonra şöyle devam ediyor: “….Bu derslerin verdiği ilk müzik anlayışıyla evdeki eski tanburları karıştırırken Kadı Fuad Efendi beni yakaldı ve o günden beri tanbur hocam oldu. Cemil’in sağ ve sol el tekniğine, yıllarca süren sabırlı bir müşahede ve tahlilden sonra en halis esaslariyle nüfuz etmişti. Bizim musikimizin en asil tarafını verme hususunda sonsuz bir kabiliyeti olan bu sazı biraz çalabiliyorsam, bu bilgilerin hemen hepsini rahmetli Fuad Efendi’ye borçluyum.”
Bestekar Rahmi Bey ve Şemseddin Ziya Bey’in aracılığı ile babasının sanat çevresini tanıdı; onun dostarından ilgi ve yakınlık gördü. Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Abdülbaki Baykara’yı tanıyıp sonbetlerine katılırken, bir yandan da aynı tekkenin kudümzenbaşısı olan Ahmet Irsoy ile neyzenbaşı Rauf Yekta Bey’le ilişki kurdu. Böylece bilgi ve musiki kültürünü günden güne zenginleştiriyor, her ustadan yararlanmanın yolarını arıyordu. Bu arada Galata Mevlevihane’sinde Neyzen Emin Dede’yi tanıdı. Refik Talat Alpman’dan yararlandı. Dr.Suphi Ezgi’nin derslerine devamla klasik tanbur icrasının teknik ve inceliklerini öğrendi.
On sekiz yaşında ustalaşmış bir sanatkar olarak “Şark Musikisi Cemiyeti” ne icracı ve tanbur sanatkarı olarak girmişti. Bu cemiyetin konserlerinde musiki severlerin dikkatini çekti..Bu konserlerini ilkini Ruşen Kam şu satırlarla anlatıyor: “…Bu konserde baştan sona kadar okunan çalınan eserlerin, Kadıköy Hale Sineması’nın salonunu dolduran ses renkleri arasında Mesud’un mızrabının ve tellerinin bir avizenin billurları gibi gah koyulaşan gah parlayan inikaslarını dinleyenlerin hafıza ve hatıralarında belki hala durmaktadır.”
O dönemin isim yapmış sanatkarlarından Ali Rıfat Çağatay’ın evinde düzenlediği musiki toplantılarına da katılırdı. Kendini çok taktir eden Çağatay’ın aracılığı ile damat Şerif Abdülmecid’le tanıştı. Bu suretle hem Abdülmecid’den, hem de Karl Berger’den keman dersi aldı. Günün birinde Şerif Muhiddin Targan’ı tanıyıp onun viyolenselini dinledikten sonra bu zata meftun olarak kemanı bıraktı. Almanya’ya gitme fikri bu sıralarda gelişmişti.
Çocukluğundan başlayarak ölümüne kadar devam eden ortak bir sanat anlayışının, bir ruh beraberliğinin, daha doğrusu Tanburi Cemil Bey yorumculuğunun temsilcisi olan, “Benim Ruşen’ im” dediği Ruşen Kam, onun 1952 yılında jübilesi münasebetiyle hazırlanan broşüre şu satırları yazmış. Buna en çarpıcı çizgilerle çizilmiş bir sanatkarın portresi de denilebilir: “Tam otuz altı sene beraber geçirdiğimiz bir ömrün, iç ve dış varlığımın yapısı içine karışmasının hatıra örgüleri arasına sokulduğum zaman, bana dünü unutturacak kadar ihanete başlamış olan hafızam, o günlerin bütün anatını heyecanlarından, tahassüslerinde bir zerre bile kaybettirmeden oldukları gibi gözümün önüne serer. Orada neler yoktu ki?!…Galata’da Kuledibi’ndeki Hendek Sokağına taşınmış olan İstanbul Sultanisi’nin tiyatro ve sinema salonunun koyu gölgeli, loş sahnesinde Daniel Fitzinger’den başladığımız Keman dersleri… Sevçik metodunun sıkıcı, bıktırıcı temrinleri içinden sıyrılıp o zamanki İstanbul’un dört bucağını sarmış olan Çardaş Fürstin operetindeki meşhur valsi derin bir haz ve vecd içinde çalışımız…Hafta sonları elimizde keman kutuları, koltuğumuzda mektebin verdiği okkalık ekmeklerle Yüksekkaldırım’dan at Aksaray’da, Sineklibakkal’da Katip Muslihiddin mahallesindeki evimize adeta uçarak gelişimiz…Taşkasap’tan Çapa’ya uzanan caddenin sol tarafındaki yanık evlerin birinin enkazı üzerinde gözlerimiz yolda, ellerimizdeki resim bloklarına gelişi güzel çizdiğimiz resimler?!…Sonra Tanburi Cemil’in sanat dehasının alevleri arasında hergün biraz daha eriyerek (Fenafil Cemil) mertebesine yükselmiş olan Tanuri Kadı Fuad Efendi’den tanbura başlayışın…Eski Orfeon plaklarından dinleye dinleye ezbere aldığımız, Cemil’in Bülbül Salih ile çalmış oldukları saba peşrevinin birinci ve ikinci hanelerini heceleyişimiz..Hele ikinci hanenin bir yerindeki Re-Fa diyez triyesi…”
Mütarekenin ilk günlerinde Galata’dan İstanbul tarafına, Saraçhanebaşı’ndaki Münir Paşa Konağı’na taşınmaya mecbur kaldığımız yeni binanın bahçesindeki salaş sahnede ilk verdiğimiz konserde hatırımda kalan program:”
“Salim Bey’in hicaz peşrevinin birinci hanesi”
“Seni gördükçe titrer yüreğim, şarkısı”
“Adalar sahilinde”
“Recebim”
“Katırcıoğlu Hanı’ndaki odadan bozma küçük bir stüdyo taslağında –ki baban da bütün plaklarını burada doldurmuştu- büyük bir borunun önünde tanbur ve kemanla çaldığımız Tahir-buselik peşrevinin ilk hanesi… Bu plağın kayboluşuna pek yanarım… Fuad Efendi’nin ve senin tavsiye ve ısrarlarınızla kemanı bırakıp, Cemil’in Andeliip adını takdığı kemençesiyle, ki otuz bu kadar sene sonra bu saza tekrar kavuşmakla mebde ve mead sırrına ermiş bulunuyorum, bu saza başlayışım. İlk verdiğim dersler: Yay böyle tutulacak, tellere barmakla değil tırnakla basılacak… Akordu yegah, rast, neva… ve nihayet tavır…Kemençe tavrı… Kemanla karıştırmamak lazım…”
“Daha sonra Şerif Muhiddin Targan’dan almaya başladığın viyolensel dersleri… Berlin’e gidişin….Hugo Becker’in talebesi olarak iki sene sonra avdetinde Şehzadebaşı’ndaki Darülelhan binasında kucaklaşmamız… Liselerde musiki hocalığımız…Plak işleri, konserler ve nihayet eski İstanbul radyosundan Ankara’ya kadar uzanan türlü çalışmalar…”
İşte azizim, otuz altı senenin otuz altı bin sayfa tutacak kadar yüklü ve hacimli hatıralar kitabından birkaç bab ki her birinin tafsili ayrı bir kitab olur…”
“Seni sanat hayatının kırkıncı yılında heyecanlarımın en büyüğü ile kucaklarken büyük Cemil’in sanat dehasının seni şahsiyetindeki temadisi önünde hürmet ve tazimle eğilirim canım efendim…”
Eski İstanbul Radyosu ile Ankara Radyosunda birlikte çalışan, yöneticilik yapan, aynı sanat yolunda yürüyen Cevdet Kozanoğlu, adı geçen broşürde şu değerlendirmeyi yapmış: “… Onu ilk olarak takriben yirmi-otuz sene evvel sisli ve puslu bir gecede kalabalık bir mecliste tanıdım. Yanında daha evvel kendisiyle aşinalığım olan kıymetli refikim Ruşen Kam vardı.”
“Hiç unutmam, birlikte Kemani Rıza Efendi’nin Tahir-buselik peşrevini çalıyorlardı. İkisi de pürteravet, dinç ve enerjik idiler. Peşrev bittiği vakit, kemençe ve tanburdan mürekkep bu ikili konserin icralarına meftun ve hayran oldum. İtiraf ederim ki, o geceye kadar böyle asil bir uslubla icra edilen bir saz musikisini ne yapabilmiş ne de başkalarından dinleyebilmiştim. İki genç ve muktedir sanatkarın bu küçük konseri, o zaman ülfet etmekte olduğum piyasa musikisiyle hakiki Türk Sanat Musikisi arasında bir köprü oldu. Ve ben bugünkü duruma bu köprüden geçerek ve güzel bir tesadüfle 1929 yılında intisab ettiğim İstanbul radyosunda yakın arkadaşlık ve dostluğunu kazandığım Mesud Cemil’in yanıbaşında vasıl olmaya çalıştım….”
İcrakarlığı
Mesud Cemil kemençe, tanbur, lavta, keman, viyolensel, bağlama ve bağlamaya benzeyen halk sazlarını ustalıkla kullanırdı. Kendisi üzerinde durmazmış gibi görünmesine rağmen, onun asıl sazı hiç şüphesiz tanburdu. Bazı kaynaklarda “Tanburu babasına erişemedi” gibi kişisel görüşlere rastlanır. Mesud Cemil’i bu şekilde değerlendirmek hatalıdır. Her sanatkarı yetiştiği çağın şartlarına göre değerlendirmek, sanat anlayışının kendi taktirine bırakmak gerekir. Bu sebeple Cemil Bey’in dünyasındaki sanat anlayışı ile oğlunun dünyası çok farklıydı. İlk gençlik yılları ayrı tutulursa o Türk Musikisi’nin horlandığı ve en ağır suçlamaların yapıldığı yıllarda yetişti ve gelişti. Bu uygun olmayan ortamda yetişmesine rağmen bu sazı babasının açtığı çığırda onu aratmayacak bir uslubta çaldı. Hiç şüphesi babasının bir kopyası olamazdı, Tanburu babası gibi değil kendi sanat anlayışının kalıpları içinde kullanarak babasının bulunduğu zirveye yaklaşmıştır. Bunu daha sonra değineceğimiz bölümde yine kendi ağzından okuyacağız. Lavta ve kemençe icrasında o çizgiye yaklaşmamış olması doğrudur. Viyolenseli de Türk Sanat ve Batı musikilerinde aynı ustalıkla kullanırdı. Ne yazık ki bu eşsiz icranın akisleri taş plaklarda, radyo arşivlerinde ve kendisini dinleyen, sayıları gittikçe azalan mutlu kişilerin hafızalarında kaldı. Cevat Memduh Atlar onu şöyle tanımlıyor: “…Klasik Türk Musikisi eserleri, yalnız ses sanatı geleneklerimizin kendine mahsus izaına, icrasına gereği gibi can vermekten ileri giderdi. Türk Musikisi’nin dinamizmi onun elinde adeta plastik bir vuzuha ulaşırdı. Daha doğrusu bu musiki bütün iniş ve çıkışlarıyla yepyeni bir ifade asilliğine ulaşmanın önemini taşırdı.”
Türk Musikisine Hizmeti
Mesud Cemil’in musikimize en büyük hizmeti, bu sanatın icrasına getirdiği disiplin ve temiz icra tekniğidir. Saz ve söz musikisinde yıllarca bunu titizlikle ve taviz vermeden uygulamış, eserlerin asıllarına sadık kalınmasını ve sürekliliğini sağlamıştır.Bu anlayış ve yorumun özelliği yapmış olduğu plaklarda da kendini gösterir. 1938 yılında Ankara Radyosu’nda göreve başladıktan sonra kurmuş olduğu ekiple unutulmaz hizmetlerde bulundu. O zamanlarda bu kuruluş bir konservatuar gibi çalışırdı. Zamanın ihtiyaçlarına göre şekil değiştirmiş olan toplu programları bir düzene soktu. Geleneklere bağlı kalarak “İncesaz” ve “Küme Faslı” nı yeniden düzenledi, aynı düşünce ve anlayış içindeki sanatkarlarla bu tür icranın en güzel örneklerini Türk toplumuna sundu. Çeşitli programlarda Türk güzel sanatların bu kolunu tanıtmaya çalıştı. Klasik musiki eserlerimizi yeni bir anlayış ve dinamizm içinde yorumlamakj çin “Klasik Koro”yu kurarak en güzel eserlerimzi nüanse etti.Her şeyden önce bir duygu adamı olduğu için icra ettiği ya da ettirdiği eserleri bizza yaşayarak yorumladı. Ruşen Kam (Gurub etti güneş dünya karardı) şarkısının Mesud’un ruhundaki inikaslarını çok defa gözlerinden yanakları üzerine yuvarlanan damlalar halinde görürdük” diyor. Bu sebeple onun koro yönetimindeki başarısında kimse ulaşamadı.
Türk Halk Musikisi’ne çok eski yıllarda eğildi. İlk İstanbul radyosunda da bu sanat türümüzü halka tanıtmaya çalıştı. Halk türkülerimizi radyo mikofonlarından anons eden ilk spikerimiz de Mesud Cemil’dir. Bu konuyu derinlemesine inceleyerek, özellikle 1938’den sonra uygulama aşamasına getirdi. Muzaffer sarısözen, onu şu haklı değerlendirmelerle anlatıyor: “…Üstad Mesud Cemil’n Ankara Radyosu Müzik Yayınları Şefliği, halk musikimizin geniş mikyasta ele alnınmasında mebde olmuştur. İptida (Bir halk türküsü öğreniyoruz) diye başlayan (Yurttan Sesler) gurubunun memleket çapında rağbet görmekte olan yayınlarını da senelerce yine kendisi idare etmişti ve çok geniş bir dinleyici kitlesini bu seans etrafında toplamak başarısını göstermişti.Yukarıda (Mesud Cemil ne yapmıştır?) diye başladığım şu naçiz yazıyı nerede ve nasıl keseceğimi düşünürken, teravüd eden bir soru imdada yetişti: Mesud Cemil ne yapmamıştır?”
Kişiliği
Tanburi Refik Fersan, Mesud Cemil için, “Bir ayna küreye benzer; her taraftan başka görünür” dermiş.Almanca’yı çok iyi bilir, Fransızca ve İngilizce’den anlardı. Tıbba özellikle meraklıydı. Fırsat buldukça tıp kitaplarını okur, tansiyon ölçer, bir doktor gibi hasta dinler, teşhis koymaya çalışırdı. Hayvan sevgisi kedi ve köpek üzerinde toplanmıştı. Bu iki yaratığı çok severdi.
Çok etkili konuşur, Türkçeyi güzel kulanı, dinleyenleri kendine hayran eder ve bağlardı. Konuşmalarını nüktelerle süsleyerek bambaşka bir hava yaratırdı. Düzyazıdaki ustalığı daha çocukluk yaşlarında belli olmuştu. Uzun yıllar içinde gelişen bu kabiliyet yüksek bir ifade gücüne ulaştı. Bu yüzden “gerçekten Mesud, birçok yönleriyle, sazıyla, sözüyle, kalemiyle hepimizi kendine çekmiş, bağlamış üstün kabiliyetli bir sanatkar, mükemmel bir insan, kuvvetli bir yazar, duygu ve düşüncelerini engin ruhunun keskin zekasının prizmalarından süzerek bunları türlü renkler halinde aksettirmeyi bilmiş başarmış bir yazardı. Onun günlük gazetelerde, haftalık ve aylık dergilerde çıkmış yazılar, babası ‘Tanburi Cemil Bey’in Hayatı’ adındaki kitap bunun en güzel ve iddiasız örnekleridir. Hatta bu eser yayınlandığı zaman bunu gören, okuyan ünlü yazarlarımızdan rahmetli Refik Halit Karay ta İstanbul radyosuna gelerek Mesud’u görmek, tanımak istemiş ve kendisini takdir ve tebrik etmişti.”
“Mesud’un yazı alanındaki kabiliyet ve istidadı ortaokul sıralarında iken ortaya çıkmıştı. Hiç unutmam İstanbul Lisesi’nin birinci sınıfında idik. Türkçe öğretmenimiz merhum Hakkı Tarık Us’du. Bir gün bize bir tahrir yani kompozisyon vazifesi vermişti: Kız Kulesi’ni tasvir edecektik. Bir hafta sonu hepimiz verilen vazifeyi hazırlamıştık. Numara sıramıza göre teker teker kürsünün yanına gelerek hocamıza ve arkadaşlarımıza okuduk. Sonunda sınıf Nobel’ini 684 Mesud Efendi kazanmıştı. Hakikaten Mesud’un insanı okşayan, saran, yumuşak, yapmacıklarından, zorlamalardan kaçınan bir yazış tarzı, bir uslubu vardı. Düşündüğü, üzerine eğildiği konulara göre en mülayim, en uygun kelimeleri bulur ve bunlarla irili, ufaklı cümleler örmeyi çok güzel başarırdı.”
1963 yılında “SES” dergisi muhabirinin, sanat gücünü neden bu kadar dağıtmış olduğu sorusuna verdiği karşılık çok dikkat çekicidir:
“— Ben babam gibi sanatından başka bir şeye dayanmadan yaşayabilen, kendi kendine devlet kuran cinsten bir sanatkar değilim ki!…”
Bir başka röportajında da şunları söylemiş:
“—Spor, tiyatro, tıp, hukuk, edebiyat, teknik… Tecessüs antenimi uzatmadığım konu pek azdır. Hatta mesleğim olan musiki sahasında bir dağılmışımdır. Bu yüzden çok şey kaybettim, itiraf ederim…”
Uzun boylu, iri kemikli, hafif kamburumsu, esmer tenli, babacan tabiatlı, yakışıklı olmaktan çok erkek çizgili fizyonomisi ile ilk bakışta dikkati çekecek bir tipi vardı. Özel toplantılarda yer minderine oturur, tanburu da böyle çalardı. Türkçeyi çok güzel bir aksanla konuşurdu ve sesi çok etkileyici idi.
Mesud Cemil’i bir bestekar olarak düşünmek doğru değildir. Taş plaklardaki taksimleri, Münir Nureddin Selçuk’a eşlik ettiği katıtlar, nihavend saz semaisi, bir iki sözlü eser, film musikisi denemeleri hiç de önemli değildir. Eğer bugün musiki sanatımızda ve bu sanatın icrasında bir yere varabilmişsek işte onun asıl eseri budur.
“…Çocukluk çağlarının ilk yıllarında başlayan ve delikanlılık, gençlik çağlarını aşarak altmış iki yaşına kadar, her sene gittikçe artan, gelişen , yükselen bir genel kültür, bir sanat kültürü seviyesi içinde kendi kendini yetiştirdi. Türk Musikisi, Türk Halk Musikisi, Batı Musikisi alanlarında kendinden beklenen irtifalara sazıyla, sözüyle, kalemiyle yükselmesini bildi… Ve nihayet olgunluk çağlarının ilk basamaklarında babasına ve annesine kavuştu.
Bütün bunlara rağmen Mesud Cemil de zamanın akışına, Batı hayranlarının Türk Musikisi hakkındaki düşüncelerinin modasına uymuş, asil bir sanatın mirasçısı olduğunu zaman zaman unutmuş görünmüş, musikimiz hakkındaki üstü kapalı yerici yazılar yazmış ve beyanlarda bulunmuştur. Pek çok dergi ve gazetede bu tür örneklere maalesef rastlanır. Türk Musikisi’nin baş tarafına “Tarihi” sıfatı da onun koro yönettiği ilk yıllarda eklenmiştir.
Dr.M.Nazmi Özalp-Türk Musikisi Tarihi kitabından alınmıştır.
Henüz yorum yapılmamış.